Ayakkabı deyip geçmemek lazım; bizi evden dışarı çıkarır, sosyalleşmemizi sağlar. Onları ayağımıza geçirir alış verişe, gezmeye gideriz. Gereksinimlerimizi almamızı sağlar, yükümüzü taşır, temiz, pırıl pırıl parlayan bir ayakkabı sosyal statümüzü parlatır. Yırtık ayakkabısı olan birini görmek her insanın içini acıtır. Atatürk’ün Kocatepe’de oturur vaziyetteyken ayakkabı altının delik olması bu vatanın ne zorluklarla kurtarılıp, kurulduğunu gösterir. Ayağında ayakkabı olmayan, karda kışta terlikle okula giden çocuklar hangimizin içini yakmaz ki? Sokak ortasında vurularak öldürülen gazeteci Hırant Dink’in tabanı delik ayakkabısı insan olan herkesi üzmüştü.
Aldığımdan beri boyatmaya fırsat bulamadığım iskarpinimi ayağıma geçirip bindim belediye otobüsüne. Otobüsteki insanların ayaklarına gitti gözüm ister istemez. ‘Dost başa, düşman ayağa bakarmış’ derler; benim bakışım düşman olmaktan değil, ayakkabı konusunda yazmayı düşünmemdendi. Otobüsün içinde ve dışarıdaki insanların yüzde doksanı spor ayakkabı giyiyormuş meğer. Benim gibi iskarpin giyen insan yok gibi. Hiç farkında değildim. Bunu fark edince ayaklarım kendiliğinden koltuğun altına saklandı.
Çarık giymedim ama çarık giyen insanları hayal meyal anımsıyorum. Ayakkabı giymeye naylon (tıkkır), soğuk kuyu lastik, lastik bot ile başladım. İlkokulu bitirene kadar ayaklarım deri ayakkabı yüzü görmedi. İlk iskarpinim ortaokula başladığım yıl alınmıştı. İspanyol paça pantolonun altına giyilen yüksek topuklu ayakkabısı olanlara hevesle baktığım çok oldu. Topuğuna nal gibi demir çakılan yüksek topuklu ayakkabılarla beton zeminlerde tak tak sesler çıkararak, geniş pantolon paçaları sallanarak yürümenin tadına doyum olmazdı. İkinci ayakkabım yüksek topuklu oldu. Okul koridorlarında kısa süre havam oldu ama futbol oynarken sorun oluyor, ikide bir topuğu çıkıyordu. İlk bez spor ayakkabıyı da 19 Mayıs’ta toprak zeminde hareketler yapmak için zorunlu almıştık.
Bursa Atatürk Caddesi’nde yürürken beton merdivene oturmuş kırk, elli yaşlarında bir adam:
“Boyayayım mı abi?” diye sordu. Önce badanacı sandım adamı;
“Ne boyası?” diye sordum.
“Ayakkabı” demesiyle karşıdaki boya sandığını gördüm.
“Kaça boyayacaksın?”
“Yirmi lira”
“E hadi boya bakalım.” dedim. Yerinden zorluklarla kalktı, topallayarak yürürken;
“Ayakların mı uyuştu?” diye sordum.
“Hayır. Bacağım sakat.” dedi. Sorduğuma pişman oldum. Bu ülkede acınacak ne çok insan var? Onların sayısı arttıkça benim de acıma duygum artıyor doğal olarak. Ayakkabıları çıkarmamı söyledi. Çıkarıp verdim. Başladı bağlarını çözmeye.
“Çözmeden boya. Alıştığım düzenimi bozma.” dedim.
“Ustanın işine karışılmaz!” diye çıkıştı.
“Neden çıkıştın ki? Moralimi bozdun. Artık konuşamam seninle.” dememe gülümsedi. Gönlümü almak için olsa gerek iki çay söyledi.
“Neden çay söyledin? Söyleme. Zaten alacağın yirmi lira yarısını çaya vereceksin.” dedim. Duymazdan geldi.
“Olsun be abi sen konuksun. Zaten beni adamdan sayıp konuşmaz kimse. Sen de konuşma. Alışkınım.” deyince üzüldüm.
“Şaka şaka sen konuş ben dinlerim. Bacağın nasıl sakat olduğundan başla istersen.” dememle konuşamamaktan şişmiş dilini dışarı çıkarıp geri ağzına soktu ve başladı konuşmaya:
“Aslen Elazığlıyım. Babam fakir biriydi. Nenem Ermeni’ydi. Dedem karısı ölünce ikinci karı olarak almış nenemi. Anamla hiç geçinemez, hep kavga ederlerdi. Zaten hangi gelin kaynana geçinir ki? Anam tarlaya giderken beni neneme bırakmış. Nenem de anama kızgınlığından mı ne benimle ilgilenmemiş. Yüksek sekiden düşüp bacağımı dizden kırmışım. Tabi ben çok ufağım anımsamıyorum.” Burada araya girip:
“Senin gibi nenesi Ermeni olanlar çok akıllı ve dindar oluyorlar. Sen de dindar biri misin?”
“Evet, çok dindarım. Bu yaşıma kadar hiçbir namazı kaçırmadım.”
“Devam et usta…”
“He, ne diyordum? İşte bacağım dizden kırılınca kırıkçı sırıkçılara götürmüşler. O zamanlar doktor nerede? Dizim yanlış kaynamış. İlkokula giderken dizimde hep yaralar olur, cerahat akar dururdu. İlkokulu zorluklarla bitirdim. Daha yükseğine devam edemedim. Dokuz kardeştik. Çok yokluk çekerdik. Dedim ki: “En iyisi askere gideyim. Hem evden bir boğaz eksilir hem de karnım doyar.” Sakatım diye askere almadılar. Yalvar yakar kendimi aldırdım.
Komutanlar beni severlerdi. Sevmeleri şirin biri olduğumdan değil acıdıklarındandı. Bir de askere gönüllü gitmem hoşlarına gitti belki de ondandı, bilemiyorum.”
İlerde İskender kebapçı levhasını gördüm. İnsanlar sırayla içeri giriyorlardı. Ağzım sulandı ama gidip yemeyi aklımdan geçirmedim. Boyacının sözünü kesip;
“Usta sen hiç İskender kebap yedin mi?” diye sordum.
“Evet, çok yedim.”
“ O zaman sen çok para kazanıyorsun demek ki?”
“Yok, üç bin lira sakatlık aylığı alırım. Buradan da iki üç bin kalır. Geçinip giderim.”
“E nasıl yiyorsun kebabı?” (Devam edecek)
ahmet.kocak16@hotmail.com
