Meslekte yirmi altıncı yılımı çalışıyordum. Bir gece baş dönmesi ile yarı uykumdan uyandım. Yatakta oturdum. Deprem mi oluyor acaba diye avizeye baktım, hiç hareket yok. Yoksa akşam yediğim yemekten mi zehirlendim diye düşündüm. Hanımı uyandırıp onda da baş dönmesi olup olmadığını sordum. Onda bir şey yokmuş. Sorun bende imiş. Baş dönmem geçmedi. Biraz dışarı çıkıp temiz hava almayı denedim, olmuyor. Sabah da okul var. Böyle baş dönmesiyle ders de yapamam.
Sabah baş dönmesi azalsa da doktora görünmek için sevk kâğıdı alıp Yüksek İhtisas Hastanesi’ne gittim. Beni dinleyen acil doktoru çek-ap yapmaya karar verdi. Bir sürü film, yansılanım (ultrason), kan tahlili falan verdi,
“ Git hepsini yaptır bana getir” dedi. Kan verdim birkaç yere. Akciğer filmimi çektiler. Filme bakan doktor:
“Akciğerleriniz çok temiz. Sigara içmediğiniz için sizi kutlarım!” dedi. Ortaokul birinci sınıftan bu yana hiç bırakmadan otuz beş yıldır sigara içtiğimi söylemedim adam mesleğini bırakır diye.
Ertesi gün yansılanım için saat dokuza randevu verdiler. Baş dönmesi devam ederken derse girmeye devam ediyordum. Saat dokuzda takım elbisem ve boğazımda kravatla yanılanım bölümünde sıranın bana gelmesini bekledim kalabalık hastalarla birlikte. Ultrason çeken dört oda var. Ben üçüncü odaya gireceğim. Bir ara hemşire üçüncü odaya girecek hastanın birine:
“ İdrarınızı tutun, çağırınca içeri gelirsiniz.” diye tembih etti.
Ben hemen durumdan vazife çıkarıp idrarımı tutmaya başladım. O kadar yıl boşuna mı okuduk? Okumuş insan olarak leb demeden leblebiyi anlamalıydım.
Sıramızı beklerken iki hasta idrarını altına kaçırdı. Yerler berbat oldu. Haber verdiler hasta bakıcı geldi sokranarak yerleri paspaslayıp gitti. İyi de oldu temizliği izlerken biraz vakit geçti hiç olmazsa. Çok sıkıştım. Duramıyorum, ‘ya ben de altıma kaçırırsam!’ diye çok tedirginim. Dışarıya kafasını uzatan hemşireye:
“ Ben sıkıştım. Beni içeri alır mısınız?” dedim. Sağ olsun hemşire içerideki hasta çıkınca beni çağırdı. O kadar hızlı kalkan, hızlı yürüyen tez canlı olan ben, yerimden yavaşça kalktım. Usul usul adımlarla kapıya geldim. Kapı kolunu bile nazikçe bastırarak kapıyı sessizce açtım. Benim bu halimi gören geride bıraktığım mağdurlarım; “demek ki bizi kasten mağdur etmişsin. İstersen yavaş yürüyüp, yavaş kapı açabiliyormuşsun.” diye bana çıkışırlardı ama hiç biri burada değildi. Hem böyle sıkışıkken altıma kaçırma tehlikesi var. Nasıl hızlı yürüyebilirdim ki?
İçeri yavaşça girdim. Doktor:
” Beyefendi kravatınızı çıkarıp muayene yatağına uzanın.” dedi. Dediğini yapıp yavaşça yatağa uzandım. Doktor boğazıma ve boynuma bir kayganlaştırıcı sıvı sürerken ben gülmemi tutamayıp durduk yerde kahkahalarla gülmeye başladım. Doktor:
“Çok mu gıdıklanırsınız?” diye sordu. .
“Hayır, çok gıdıklanmam da dışarıda beklerken idrarımı tuttum. Su anda altıma kaçırmak üzereyim. Siz boynunuzu açın deyince gülmemi tutamadım.” dedim. Doktorla hemşire de benim işgüzarlığıma gülmeye başladılar. Doktor tuvalete gitmem için izin verdi sağ olsun. Bir Türk büyüğü(?):
“Okumuş adamları düşününce beni hafakanlar basıyor. Ben cahil, okumamış insanların ferasetine çok güveniyorum.” demişti. Düştüğüm bu durumu anımsayınca o akademisyenin ne kadar doğru söylediğini düşünmeye, ona hak vermeye bile başladım.
Çek ap sonucunda beyne giden damarların birinde yüzde on tıkanma, ensedeki kemikte düzleşme olduğu, bundan dolayı baş dönmesi olduğu teşhisi kondu. Kan sulandırıcı ve damar açıcı bir ilaç yazdı doktor. İlacı bir ay kullandım. Baş dönmesi geçti.
Bursa’nın duayen gazetecisi rahmetli Can Ertan’la söyleşi yaptım. Birkaç yerel gazetede çıktı. Yedi yerel gazetede köşe ve haber yazılarım çıkınca gazetecilerin dikkatini çektim. Bir gazeteci beni hep çayını içmek için bürosuna davet eder dururdu. Bir gün gazetenin yakınından geçerken arayıp yanına uğrayacağımı söyledim. Beklediğini, memnun olacağını söyledi.
Hızlı hızlı basamakları çıktım. Soluk soluğa kapı koluna bastırdım. Kapı arızalı mı neymiş zor açıldı. Kapı dili tabanca atılmış gibi “çaat!”diye ses çıkardı. İçeri adımımı atıp kapıya baktım önce “nesi var” diye. Büroda kâğıtlar uçuştu. Baktım üç masa var hiç kimse yok içeride. “Hem çağırıyor hem yerinde yok” diye bozuldum tabii.
“Kimse yok mu?” dememle gazeteci arkadaş kafasını masanın ayak hizasından uzatırken bir yandan da yere saçılmış kâğıtları toplamaktaydı. Kâğıtları benim kapıyı hızla açmam mı yoksa açık pencereden dolayı cereyandan mı dağıldığını anlayamadım. Derken diğer masalardan da iki kadın gazeteci çıktı. Çıkan ses boş büroda nasıl ses çıkarıp yankı yaptıysa üçü de tam siper masanın altına girmişlerdi. Sohbetimiz benim hızlı kapı açmam ve çok yazı yazmam üzerinde devam etti.
Siz okuyucularımı da uyarmış olayım; beni davet ederseniz lütfen kapıdan uzak durunuz.
Ahmet.kocak16@hotmail.com
