Yazı yazarken hareketli bir hayatı olmalı insanın. Bugünlerde hava yağmurlu, dışarı pek çıkamadım. Evde hapis olunca, yaşanan şeyler sınırlı olunca imdada anılar yetişmeli. Öyle de yapacağım bugün (Aha yine başladı anıya kaçın uşaklar!).
Yıl; 2005, çalıştığım bir okulun müdürü, yardımcıları, öğretmenleri, bir de birinin daveti ile katılan uzak bir ilde çalıştığını söyleyen bir polis komiseri ile ormandaki bir piknik alanına pikniğe gittik. Pikniğe katılan on kişinin kişilik özellikleri sıradanken, içlerinden iki kahramanımızın kişilik yapıları dikkat çekicidir. Biri matematik öğretmeni, adı Selim. Selim Bey evli iki kız çocuk babası. Çok çağcıl bir adamdır. Onunla konuşurken; kibarlığından, iltifatlarından yılar, rahatsız olur sağa sola bakar durumda bulursunuz kendinizi. Tüm insanlar Selim Bey gibi olsa dünyada sürekli barış olur, insanlık rahat bir nefes alır.
Diğer kahramanımız Hulusi Bey sınıf öğretmenidir. Kokmaz bulaşmaz, üzerine yılan atsan kıpırdamaz, uyuşuktur, hiç bir şeye itiraz etmez; “gökten ne yağdı da yer kabul etmedi.” sözünü kendisine rehber edinmiş, sessiz, mülayim bir arkadaşımızdır. Ben ona hep Mülayim Hulusi derdim.
Neyse, piknik alanına gittik. Ödemeler Alman usulü yapıldı. Etler mangalda pişerken içeceklerden ufak ufak yudumlar alınarak birazdan başlayacak hararetli, eğlenceli sohbetin alt yapısı hazırlanıyordu. Etler pişip bardaklar “yarasın” denilerek birbirine vurulup yiyip içildikçe herkes kıvama gelmeye, bana da seyir çıkmaya başladı. Arabamla gittiğimden, “aç karna araba süremezken bir de tok karna araba sürmek benim neyime” diye içeceklerden uzak durdum. “Ya, Ahmet Bey kardeşim bir bardak bari iç. Ne gıcık adamsın! Ne olacak ki?” ısrarlarını da nazikçe geri çevirdim.
Piknik efradının sohbetine doyum olmadığını bilenler bilir. Etler ve mezelerden otlanarak piknik masasının beleşçisi gibi hissederim hep kendimi. Yavaş yavaş herkes kıvama gelmeye, bağıra çağıra argo konuşmaya başladılar. Benden başka dinleyen kalmadı. Hepsi konuşuyor; ben arada bir sınıf başkanı gibi -konuşmalar araya gitmesin de iyice anlayayım diye- konuşanları teke düşürme mücadelesi veriyordum.
Bir ara Selim Hoca: “Ya arkadaşlar bu dünya fani yiyelim içelim, kam alalım. O kadar para biriktirdim. İki daire ile bir yazlık aldım. Biliyorsunuz İki kızım var. Damatlara mal mülk mü bırakacağım? Yazlığı satıp yiyeceğim anasını satayım (“satayım”ı ben ekledim). Bundan sonra para biriktirenin taa…!” demez mi! Karnı iyice doyunca bilinç altında baskıladığı canavar açığa çıktı. O medeni, kibar beyefendi adam gitti yerine küfürbaz, cahilce düşünceleri olan bir maganda geldi. Diğerlerinin bilinçaltlarından çıkanları yazsam sayfalar tutar. Neyse, Selim Hoca ile yetinip gerisini başka yazılara saklayayım bari.
Tam sohbetimizin en kıvama gelmiş yerinde omuzu tüfekli iki jandarma geldi. Biz de devriye gezerken geçiyorlar sandık. Meğer iki yüz metre ilerde ailesiyle piknik yapan adamın biri bizi ihbar etmiş de ondan gelmişler. Jandarmanın biri:
“Abiler, hakkınızda şikâyet var. Yavaş yavaş sonlandırın. Evlerinize gidin. Yoksa sizi karakola götürmek zorunda kalacağız.” dedi. Kimseden ses gelmedi. İçlerinden bir benim aklım başımdaydı. Bu duruma el koymak bana düşerdi ama bende nerede o cesaret? Polisten çocukken, askerden de askerde iken korkutulmuştum. Yani benden hayır gelmezdi. Komisere baktılar; adam uyuklar durumda ve ondan da hayır yok. Bizim Mülayim Hulusi Bey başladı bağırarak konuşmaya;
“Lan oğlum! O bizi şikâyet eden alçaklara benden selam söyleyin. Piknik yapmak suç mu? Para benim; verdim aldım kime ne? Ormanın içinde bağırmadan, çağırmadan sohbet mi olurmuş? Burası demokratik, laik, özgür bir ülkedir. Diğer masalarla aramızda iki yüz metre var. Bu kadar mesafeden nasıl rahatsız olmuş şeyini şey ettiğimin şeyleri (şikâyetçi olanların söylenenleri duydukları bize doğru heyikleyerek bakışlarından belliydi). Git, onlara söyle az ötede eşelensinler. Hem, biz onlardan önce geldik bir kere. Onlar defolup gitsinler. Burada askerliğini yedek subay olarak yapmış adamlar var. Siz gidin komutanınız gelsin. Öyle astsubay falan değil, en az yüzbaşı getir!” demez mi?
Üzerine yılan atsan kıpırdamayacak adamı içecekler kıpırdatmıştı bir kere. Durdur durdurabilirsen. Hepimiz şaştık kaldık. Farenin karnını doyurmuşlar, “bana kedi getirin demiş” örneği tam karşımızda vuku bulmuş oldu.
Bağırıp çağırmaya, jandarmalara, şikâyetçi olanlara hakaret etmeye, sövüp saymaya devam edince Mülayim Hulusi Beyin hemen ağzını kapatıp kenara aldım. Jandarmalara da:
“Kusuruna bakmayın. Bu arkadaş öyle biri değildir de yemeği fazla kaçırdı ondan. Hadi gelmişken bir şeyler yiyin, için.” dedim. Askerin biri:
“Teşekkür ederiz. Biz görev başında yemeyiz, içmeyiz.” dedi. Ben devam ettim:
“Etlerden, mezelerden alın bari.” diyerek hafif bir yağcılık yaptım mecburen. Kabul etmediler. Dağılmamızı istediler.
“Zaten biz de kalkacaktık. Bunlar saygın insanlardır. Aman komutanınızı falan da çağırmayın! Siz, bizi uyararak görevinizi yaptınız. Beş dakikaya kalmaz dağılırız.” dedim.
Benim aşağıdan alır sözlerimden dolayı süngüleri düştü. Baktılar ki laf anlatamayacaklar; burunlarının ardından geniş palaskalarını çekip uzaklaştılar. Bu nahoş olaydan sonra tadımız kalmadı. Tası tarağı toplayıp evlerimize dağıldık.
Ahmet.kocak16@hotmail.com
EtiketlerManşet
Ayrıca bakın
İKİ ÖĞRETMEN
Kemalettin Bey sitenin cümle kapısından çıktı. Soğuktan korumaya aldığı ellerini on yıllık solmuş kabanının ceplerine …