…Ben kahvelerde, tarlalarda, sokaklarda, pazar yerlerinde kalabalık bir grupla propagandaya giderken önden gidip beni tanıtarak sahneyi bana bırakan elemanlar ordusu ile geziyordum. Seçilirsem yapacaklarımı anlatıyordum. Öğle yemeklerini lokantada yiyoruz. Hesaplar benden, yemesi onlardan. Yemek molalarında durum değerlendirmesine fırsat bulabiliyoruz. “Hocam; “ seçilirsem maaşları iki katına çıkaracağım, buğdayın kilosunu beş liradan aldıracağım, Enflasyon bizim dönemimizde sıfırlanacak, Dolar elli kuruşa düşecek…” falan deyin.” diyorlar, beni yalan söylemeye özendiriyorlar. “Yalan söylemem. Bu dediklerinizi başaracak adam daha anasından doğmadı. Hem ben vekil olacağım başbakan değil.” desem de ısrar ediyorlar, “yoksa kazanamazsın!” diyorlar, baskı yapıyorlar. Çaresiz başladım onların dediğini yapmaya yani, yalan söylemeye. Ben tahsilli bir adamım, o kadar yıl boşuna mı okudum? Kendim de yalan uydurabilirim diye düşünerek; erkeklere ikinci kadın, milli ve dini bayramlarda birer maaş ikramiye, talep eden her vatandaşa geri ödemesiz elli bin lira kredi vereceğimi söylemeye başladım. Tarlada çalışan yirmi kadar kadına; “bizim partiye oy verir beni kazandırırsanız size ikinci koca vereceğim.” deyiverdim. Kocalarından hayır göremeyip, tarlalarda ırgat olarak çalışan kadınların yüzlerine gülücük yayıldığını görürken beni dinleyen iki erkeğin sert sert bakışları da gözümden kaçmadı. İlk yemek dinlencemizde yalanlarım çok beğenildi. Yalanda yaptığım zirve takdir edildi. Biri: “Hocam, kadınlara ikinci koca demeniz hiç olmadı. Oyumuzu azaltır mı acaba? Yine de en iyisini siz bilirsiniz. Takdir sizin.” diye uyardı da o yalandan vazgeçtim. O cümle iki tarlada çalışan yirmi kadar işçi kadınlara verilmiş bir söz olarak kaldı. Artık kazanırsam o kadınlara ikinci koca sağlayacağım çaresiz. Söz sözdür.
Hem artık siyasette deneyimliyim. Söz verip yerine getirmek zorunda da değilim. O kıvama da geldim. Sıkıntı yok. Seçim çalışmalarında yanımda yer alan ekip elemanlarını yolculuk ve dinlenme sırasında -onların anlattıkları kadar- tanıyorum artık. Hepsi de çok fakir, çok zekiler ama bir türlü talihin yüzlerine gülmediği adamlar. Bana yalan nasıl söyleniri öğrettiklerine göre tüm anlattıkları yalandır. Beni yalnız yakaladıklarında, “hocam inşallah kazanacaksınız. Görüyorsunuz seçilmeniz için gece gündüz çalışıyorum. Elbet bu emeklerimi görür beni yanınıza “danışman” alırsınız.” diyorlar. Danışmanlık iyi meslektir. Altı, yedi bin lira da devletten maaş bağlanıyormuş. Keşke vekilin biri beni yana danışman alsaydı. Ben dört bin lira maaşa sabahtan akşama kadar çalıştım durdum. Zaman zaman ona yakın yardımcım beni yalnız yakaladıkça, yalnız yakalamanın zeminini oluşturdukça, “hocam sizden bir istirhamım olacak…” deyip danışmanlık görevi talep ediyorlardı. Ben de: “ula oğlum! Sen ilkokul mezunu adamsın. Ben koskoca matematik öğretmeni ve yıllarca okul müdürlüğü yapmış adamım. Sana ne danışabilirim ki?” diyemiyordum tabi. Artık usta bir siyasetçi oldum “bakarız” deyip savuşturuyordum. “Bakarız” sözcüğünü bulan adamdan Allah razı olsun, nur içinde yatsın. Böyle durumlarda çok işe yarıyor. Yanıt; ne ret, ne kabuldür. İkisi arasında bir yerdedir. Böylece çalışma şevkleri de kırılmamış oluyor.
Seçime on gün kala babadan kalan miras parası suyunu çekti. En önemlisi son on gün. Ne yapacağım? Para olmazsa çevremdekiler çil yavrusu gibi dağılır, diğer adayların yanında yer alırlar. Bir ara ‘zaten seçilemem, en iyisi burada bırakmak’ diye düşünürken bir adamım: “Hocam para suyunu çekti. Bu işler parasız olmaz. Bu saatten sonra da bırakılmaz. Daha benim azıcık(500 TL) kredi kartı borcumu söz verip ödemediniz. Yoksa siz de mi tipik siyasetçi oldunuz? Söz, sözdür sayın hocam. En iyisi evinizi ipotek ettirip bankadan kredi çekmeniz.” Benim mal varlığımı benden iyi biliyor kerata! Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş, denize düşen yılana sarılırmış misali, yılana sarıldık zorunlu olarak. Benim vaktim yok. Çevremdeki elemanların anlamadıkları iş yok. Biri: “Hocam yarın evin tapusu ile kimliğinizi bana verin adınıza kredi başvurusunda bulunurum. Siz en son imza atmaya gelirsiniz. Zira zamanınız yok ve zamanınız altın değerinde.” dedi. O işi de ona havale ettim. Yüz bin lira kredi çektim. Artık elim rahat. Borcunu benim ödeyeceğim ortak keseden herkes ihtiyacı olanı alıyor, ben hariç herkes faydalanıyor ve çok mutlular. Olsun bir kişi mi önemli yoksa çoğunluk mu?
Son bir hafta kaldı. Bir hafta içinde krediyi de bitirdim. Seçim akşamı evde televizyonun başındaydım. Sonuçlar gelmeye başladı. Ben bu yaşıma kadar bu kadar heyecanla seçim sonuçlarını izlediğimi anımsamıyorum. Ne sağlam kalbim varmış, nasıl o strese dayandı? Sonuçlar açıklandı ben kazanamamıştım. Elimde ödenecek yüz bin lira ile ipotek altında bir dairem kalmıştı. Tekrar psikiyatristin yolunu tutum. Şimdi günde bir avuç ilaç içerek yaşamaya çalışıyorum. Bu ay kredi borcunu ödeyemedim Ahmet bey beş yüz lira borç veriri misin?” diye sözlerini tamamladı. O kadar hukukumuz vardı. İstediği parayı vermesem olmazdı. Geri ödeyemeyeceğini bilerek parayı verdim. Parayı alınca kalktı, kısa bir vedalaşmanın ardından gitti.
Eskiden çayları, yemekleri hep o öderdi. Çay paraları da bana kaldı. Arkasından baktım; perişan kırış kırış takım elbisesinin içinde kimse yokmuş, rüzgar sürüklüyormuş gibi uzaklaştı. Ne dersiniz ben de siyasete gireyim mi?
