Yıl 1970. İlkokulu bitirdiğim yılın yaz tatilinde köyümüze geldim. Babam başka bir köyde memurdu. Köyde hiç arkadaşım yoktu ve çok usanıyordum. Asım amcam İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencisiydi. Sabah geç uyandı. Odadan eve geldi. Kahvaltısını yaptı ve astarı yaldır yaldır yanan kahverengi takım elbisesini giydi. Sarıkaya’ya doğru yola çıktı. Ben de ardından yürümeye başladım. Mezarları geçince beni fark etti;
“Gelme yeğenim seninle ilgilenemem. Bir arkadaşımla buluşacağım.” diye beni başından savmak istedi. Ben ısrarla peşinden gitmeye devam edince;
“Hadi gel madem” dedi.
Sarıkaya’nın kenarında bir eve doğru ünledi:
“Haliiil!”
Rüzgar Ailesi 1950’li yıllarda Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmiş, Burunkışla Köyü’ne yerleşmişler. Köyde geçim darlığı yaşayınca ilçeye gelmişler. Halil Bey de İstanbul’da okuyormuş. Pazarören Öğretmen Okulu’nu yatılı okumuş. İlkokul öğretmeni olmak istemediğinden yükseköğrenime devam ediyormuş. O da amcam gibi lise öğretmeni olacakmış.
Halil Rüzgâr’ın ağabeyi Ahmet ve babası Ali amcalar çok iyi ustalardı. Dedeme ilk kiremit çatılı konağı ve oturdukları evi onlar yapmışlardı.
İçeriden sarı saçlı, mavi gözlü, uzun boylu bir genç çıktı:
“Asım günaydın. Hoş geldin! Bu çocuk da kim?”
“Rasim abimin oğlu Ahmet” diye beni tanıttıktan sonra amcam:
“Hadi Ahmet avludan içeri gir. Halil’in yeğeni ile oyna. Köye dönerken seni alırım.” dedi ve çarşıya doğru gittiler. Halbuki ben onlarla çarşıya gitmek istiyordum.
Benimle aynı yaşta, adının Mehmet olduğunu öğrendiğim çocukla hiç konuşmadan bahçelerinde dakikalarca bekledik. Sonra annesi Haseniye teyze kiraz topladı ve önümüze koydu; bizi, bize alıştırdı ve oynamaya başladık. Aradan elli yıl geçti hâlâ oynamaya devam ediyoruz…
O devrin okumuşları kendi akıllarıyla düşünür, ürettikleri düşünceleri kendi tümceleriyle dile getirirlerdi. Bunlardan biri de Asım amcam idi.
Şimdi Baran Caddesi’nde bir kahveye gidelim kulak misafiri olalım bakalım neler konuşuyorlar:
“Asim, babası Hasan Ağaya ne dimiş biliyoo?”
“Ne dimiş?”
“Asim dimişkine babasına: “Torpah riformu yapacıık” dimiş. Babası: “torpah riformu niymiş? “diye soruncuk Asim de dimişkine: “yani, baba, senin aanayacaan ihtidara gelirsek senin tarlaları alıp fahıra fuharaya dağıtacııık” dimiş.”
“Babası ne dimiş? O öyle diyincik?”
“Çoh okelenmiş tabi; “yoh öyleymiş! Ben zabahdan aaşama gader çalışıyım, gazanıyım; aaşamaadar yan gelip yatanlara benim gazandıımı götür, vir. Düynada virmem!” dimiş.”
“Eferim Asim’e! Ben Asim’i bek severim. Ünivirsite ohuyomuş. Maşallah! Ne gozel olur öyle iderseler!”
“İyi de sade Hasan Ağanınkini değil ki?”
“Ya kiminkini?”
“Senin de çok tarlan var. “Herkeşin fazla tarlasını, çayırını, bağını, hayvanlarını alacıık fahıra, fuharaya daatacıık” dimiş.”
“Ben virmem ki”
“Niye kine? Hokumat isterse virir. Gooden ne yaadı da yir gabil itmedi.”
“Baa ne? Kimin oğlu diyosa onunkini daatsınlar. Benim oğlanlar öyle bi şiy dimedi. Hem, benim oğlanlar mallarına sahap çıhar, zinhar hiç bi şiyciklerini kismeye virmezler.” (Bu tarihi olayı Sarıkaya’ya bir gidişimde yolda karşılaştığım emekli meslektaşım Hamdi Karslıoğlu anlatıp anımsattı.)
(Dedem, beş vakit namazını kılar, sabah ezanından, yatsı ezanına kadar sürekli çalışırdı. Asım amcamın ve diğer amcalarımın okumalarını istemez, geniş arazisinde çalışmalarını isterdi. Bu nedenle sık sık tartışırlardı. Topraklarını kaybetmemek için olsa gerek; Demokrat Parti’den sonra Adalet Partisi’ne ve devamındaki sağ partilere verirdi oyunu. İşin garibi topraksız, yoksul insanlar da dedemin oy verdiği sağ partileri desteklerlerdi.)
Arkadaşım Mehmet Rüzgâr benim gibi Bursa’ya yerleşti. Annesi Haseniye teyze geçtiğimiz Ekim ayında vefat etti. Bursa’da toprağa verdik. Halil Rüzgar, Arifiye Öğretmen Okulu’nda çalışırken sevdiği Adapazarı Arifiye’ye yerleşti. Tarlalarını ve baba evlerini sattılar. Onlar da Anadolu’dan batıya göçenlerden oldular. Bu aileden ilçemizde yaşayan kimse kalmadı.
Ahmet.kocak16@hotmail.com
