Yıl 1976. Lise birden ikiye geçtiğim yaz tatilinde köyde avare avare dolaşıyorum. Arada bir yeni yapmaya başladığımız evimizin temellerini eşiyor, ara verip köy içine gidip bulduğum kişilerle sohbet ediyorum. Ilısu Köyü’nün altından geçen Yozgat yolunun kuzey kıyısında bir tuğla fabrikası açılmıştı. ‘Kehin Başı’na gider fabrikayı kuşbakışı izlerdim. Tuğladan minare boyunda kulesinden hep dumanlar yükselirdi. İçinde, avlusunda karınca büyüklüğünde görülen işçiler sağa sola gider gelirlerdi. Yıl 1976. Lise birden ikiye geçtiğim yaz tatilinde köyde avare avare dolaşıyorum. Arada bir yeni yapmaya başladığımız evimizin temellerini eşiyor, ara verip köy içine gidip bulduğum kişilerle sohbet ediyorum. Ilısu Köyü’nün altından geçen Yozgat yolunun kuzey kıyısında bir tuğla fabrikası açılmıştı. ‘Kehin Başı’na gider fabrikayı kuşbakışı izlerdim. Tuğladan minare boyunda kulesinden hep dumanlar yükselirdi. İçinde, avlusunda karınca büyüklüğünde görülen işçiler sağa sola gider gelirlerdi. Babası bizim köyde imamlık yapan Mustafa gündüzleri gözükmüyor geceleri aramıza katılıyordu. Gündüzleri nereye kaybolduğunu sordum, tuğla fabrikasında işe başladığını söyledi. Aldığı ücreti, çalışma koşullarını sordum. Aklıma yattı ben de orada çalışmaya karar verdim. Mustafa patronlarla görüşüp sonucu bana bildireceğini söyledi.Patronlarla görüşmüş; “arkadaşın yarın gelsin iş başı yapsın” demişler. Ertesi sabah ben de bizim köyden fabrikada çalışan sekiz on gençle birlikte tepeden aşağı doğru bir koşuda fabrikaya gittik. Mustafa benim çalışacağım yeri gösterdi. Üzeri kiremitli çatı ile örtülü, her tarafı açık kurutmalıktan çiğ tuğla taşıyıp başımızdaki çavuş Köse dayının anlattığı gibi dizecektim. Askerde yatak çarşafı düzeltmekten beter bir dizme sistemi vardı. Epeyce bir tarif alarak öğrendim. Ortaokul yaşlarında çocuklar kurutmalıktan tuğlaları kucaklarında taşıyıp bana getiriyorlar ben de temmuzun sıcağında kuruması için tuğlaları duvar şeklinde diziyordum. Eğil kalk derken akşama doğru belimde ağrılar oluşmaya başladı. O günü bitirip patronların oturup dinlendikleri odaya gittik. Bana yeni bir puantaj kartı doldurup ilk çarpıyı attılar.Yeni gelen işçilerden birine açık havada tuğla dizme işini devredip kurutmalığa makine dairesinden kesilip gelen yaş tuğlaları akan lastik banttan alıp raflara dizmeye başladım. Burası gölgeydi ve dışarıya göre nispeten rahattı. Bir ay da orada çalıştıktan sonra Halis’le birlikte Sorgun’dan kiralanan tarladan toprak yükleme işine geçtik. Selvi Boylum Al Yazmalım filminde Kadir İnanır’ın kamyonu gibi BMC damperli kamyona bindik. Sorgun’a doğru yola çıktık. Patron, yeni kiraladığı tarlayı göstermek için bizimle şoför mahalline bindi. Yolda konuşurken bir ara; “lan oğlum ne havalanıp duruyorsunuz. Yarın liseyi bitirince gelip benden iş isteyeceksiniz. Okuyup da sanki bana öğretmen, doktor, mühendis mi olacaksınız.” dedi. Bu söz ağırımıza gitti. Bir süre de orada çalıştıktan sonra ücreti daha fazla olan fırında çalışmaya karar verdim.Elli, altmış metre uzunluğunda iki katlı fırının sonunda yüksek bacası vardı. Alt katına Samsun’dan özel getirilip çalıştırılan Ateşçi Hasan usta’nın tarif ettiği şekilde kurumuş tuğlalar dizilir, dolduğunda kapısı tuğla ile örülerek kapatılırdı. Hasan usta üst kattaki deliklerden yanan fırına kömür tozlarını döker, tuğlaların pişmesini sağlardı. Bizi hiç adam yerine koymaz, muhatap olmaz, sadece tuğlaların dizilişini anlatıp üst kattaki sırça köşküne çekilirdi. Biz hem kuru tuğlaları fırına dizer, hem de pişmiş tuğlaları gelen kamyonlara yüklerdik. Bazen müşteri çok olur, daha soğumadan sıcak tuğlaları ellerimiz yana yana, hala tüten fırındaki dumanlar arasında, ilerde hala yanan kömürlerin alafından yüzümüzü sağa sola çevirip dinlendirerek çalışır, kamyonları yüklerdik. Fırında; ben, yaşı kırka yakın, sakalları çıkmamış, kısa boylu, hala bekar olan Köse dayı, okul arkadaşlarım Yusuf ile Sezgin çalışıyorduk.Çok zor koşullarda çalışıp diğer bölümlerden yirmi lira fazla alıyorduk. Yevmiye seksen liraydı. Ben:”arkadaşlar grev yapalım. Yevmiyemizi yüz lira yaptıralım.” dedim. Hepsi de kabul etti. Biraz sonra yüklenmek için bir kamyon geldi. Biz kamyonu yüklemeden gölgede taşların üzerinde oturuyoruz. Kamyonu doldurmadığımızı fark eden; ilçede Zaman Mağazasından sonra açtığı konfeksiyon mağazası çalıştıran ikinci patron Yakup ağa, her zaman dudağının kenarında olan uzun Maltepe sigarasıyla birlikte yanımıza geldi; “Nörüyonuz uşaklar? Yosam grev mi yapıyonuz ulan!” dedi. Grev fikri benden çıktığından benim konuşmam için herkes susup önüne bakarken grev sözcüsüne yol vermiş oldular. “Yakup emmi, evet grev yapıyoruz.” dedim. “Yiyenim derdiniz ne? Paranız mı kaldı bizde?” Ben:” Yok Yakup emmi ondan değil de, bizim işimiz çok zor ve ücretimiz az. Yüz lira yaparsanız..” “Yoosam?” diyerek sözümü kesen patron devam etti ağzındaki uzun Maltepe’sini huzursuz ederek; ” Lan Kose yaşından başından da utanmıyon mu? Bu güccük cocukların onu sıra. Hadi bayim işiyin başına!” demesiyle köse dayı kös kös fırına doğru gitti. “ Lan Sezgin babanla konuşayım mı? “ deyince, “yok yok konuşma Yakup emmi ben de başlıyorum.” dedi fırına doğru yöneldi. “Yusuf yiyenim ben seni aklı başında bir..” sözünü bitiremeden Yusuf kamyona ilk tuğlaları yüklemeye başlamıştı bile. Haşmetli Timur’un karşısındaki Nasrettin Hoca durumunda kalan bana döndü: “Ahmet aha fabrika çalışırsan ( Uzun Maltepe’sini Ilısu yoluna doğru döndürerek), daha köyüyün yolu gidersen.” dedi. Bana ihanet eden arkadaşlarıma olan öfkemle burnumdan soluyup, burnumdan konuşarak;” Yakup emmi ben artık bu arkadaşlarla aynı yerde çalışamam. Beni başka bir yere verirsen çalışırım.” dedim. Beş dakikada kırdığı grevin kıvancını yaşayan, mutlu mutlu sigarasından iki nefes çekip boşluğa salan patron neşeliydi ve beni fabrikanın en zor işi olan vakumdan akan yaş tuğlaları kapıp kasalara koyma yerine gönderdi ceza olarak.Okulların açılmasına on beş gün kaldı. Ben en zor yerde çalışıyorum, eğilip kalkmaktan belim ağrımaya başlıyor. Burada bir dakika dinlenme fırsatı yok. Vakumdan çamur sürekli akıyor. Akşam beşin olmasını dişimi sıkıp bekliyorum. Derken saat beş oluyor. Bırakıp dinleneceğim diye sevinirken patron: ” Mustafa saat altıya kadar bir saat mesai yapalım, makineleri istop ettirme yeğenim” diyor. Ben de duyuyorum. Devam ediyorum çalışmaya bir saat daha. Bir saat doluyor. “ Mustafa kapatsana makineleri yorulduk, bir saat doldu.” diyorum. Mustafa: “Dur hele Ahmet patron gelsin sorayım.” diyor. Yarım saat daha geçiyor patron yok ortalarda. Ben çok yorulmuşum, zaten işten çıkmayı da düşünüyorum. Yarım saat sonra işi bırakıp gittim ana şalteri indirdim. Makineler durdu, ortalık sessizleşti. Yuvasına duman verilmiş tilki gibi, o bulunmayan patron birden ortaya çıktı,” Kim indirdi şalteri?” diye bağırdı. “Ben indirdim. Yorulduk. Bir saat dedin bir buçuk saat geçti paydos etmiyorsun.” dedim. Seslenmeden yazıhanesine girdi. Puantaj kartlarını doldurtmak için tüm işçiler de oraya girdik. Patron sinirli sinirli kartları doldurdu. “ Hepiniz gidebilirsiniz, Ahmet sen kal!” dedi. Herkes çıktı ben kaldım. “Bak Ahmet yeğenim, bu fabrika zarar ediyor. Mesai yapılmazsa batacak. Neden şalteri indiriyorsun?” “ Abi çok yorulduk. Bir saat dedin katlandık. İki saat deseydin yine çalışırdık.Sen yanlış yaptın. Benim hesabımı öde. Ben bu şekilde çalışmak istemiyorum, ayrılacağım.” dedim. Biliyordum ki beni kovacaktı. O’na beni kovma mutluluğunu vermek istemedim. “ İyi yeğenim ben de seni çıkaracaktım zaten” dedi kalan paramı ödedi ve dışarıda beni bekleyen bizim köyün yolcularının arasına karışıp köye doğru yokuşu tırmandık. Ahmet KOÇAK
