Ailenin ilk erkek evladı olmak bazen güzel, çoğunlukla kötüdür. İlk hevesle iyi bakarlar; güzel giysiler, lezzetli yiyecekler verirler. Kendini mutlu hissedersin. Başın arkadaşlarınla belaya girdiğinde seni kayıracak, kollayacak bir ağabeyin yoktur. Ağabey sözcüğü lügatinizde yer almaz. Kimseye ağabey diye hitap edemezsiniz. Amirlerin etrafında “abi” “abi” diye dört dönenler terfi eder yükselir; siz o sihirli sözcüğü diyemediğiniz için terfi merfi alamazsınız. Yağcılık yapma yeteneğiniz de gelişemediğinden -hangi tahsili görürseniz görün- mesleğinizde ilerleyemezsiniz. Sizden küçük kardeşlerinizin başarıları ile övünmek, onları takdir etmek kalır. En önde, bir başına ilerlersin yaşam denilen çakıllı, dikenli yolda. Küçük kardeşlerini koruyayım derken zor durumda kaldığın, dayak yediğin zamanlar da çok olur. Bilemediğin konuyu soracağın, dertleşeceğin, arkanı dayayacağın bir ağabeyin yoktur. Örnek alacağın, yol gösterecek önderden yoksunsundur…
Çocuk aklımla kendimi ve kardeşlerimi kötü insanlardan korumak için neler yapabileceğimi düşünürdüm. İlk aklıma gelen; barfiks çekerek pazıları güçlendirmek oldu. Ortaokulun batısında boş bir arsaya demirden barfiks yapmışlardı. Orada da barfiks çekerdik. Bir teneffüste barfiks çekip eğlenirken Durak Öztok sallanarak demirin etrafında dönmek isterken nasıl olduysa elleri kurtuldu ve tepesinin üzerine sert zemine düştü. Yardım etmeye çalıştık olmadı. Sanıyorum Durak evlerine gitti. Bir şey olmamıştı. Durak’ın babası fırın işletirdi. Aslen Yozgat’tan göç edip gelmişlerdi. İçimizde en iyi beslenen, en gürbüzümüz oydu.
Kaldığım odanın kapı arkasına bir cerek bulup çaktım. Başladım kendimi yukarı doğru çekmeye. Arada cerek kırılmasa yere düşüp yaralanmasam iti olurdu ama sık sık kırılıyordu. Bu böyle olmayacak, başka bir yöntem bulmalıydım.
Kaçak göçek de olsa yeni filmler geldi mi sinemaya giderdim. Sinemada film izlemez adeta içinde yaşardım. Derslerde anlatılan konuları öğrenemez, yazılı ve sözlülerden kırık notlar alırken, izlediğim filmler bir bir belleğime kaydederdim. Yazılı soruları izlediğimiz filmlerden olsa hepimiz onluk sistemde on alırdık. Filmlerden öğrendiğimiz diyalogları günlük sohbetlerimizde kullanır, gördüğümüz her hareketi taklit ederdik. Cuneyt Arkın havalarda uçarak bir tekmede on Bizans askerini yere sererdi. Onun gibi olamazdım. Yılmaz Köksal iyi bıçak atardı. Bıçağı düşmanının neresini isterse oraya saplardı. Yılmaz Köksal’ın bıçak atması daha kolayıma geldi. Onu başarabilirdim. Hepimiz o dönem iyi bıçak atma talimlerine başlamıştık. Bazı arkadaşlar filmdeki gibi kamalar almış; yere, ağaçlara, karşıya monte ettikleri tahtalara bıçak atarlardı. Ben de evde olan uflağı tahta kapıma atarak talim ederdim. Elli atıştan biri ancak kapıya saplanırdı. Bu konuda berbat durumdaydım. Bu atışlardan sonra uflağın sapı çatlamış, bir tarafındaki tahta yarım kalmıştı. Yılmadan her fırsatta bıçak talimlerine devam ediyordum.
Bir gece gaz lambasını kısıp yattım. Baktım tahta kapının yatay kalın tahtasının üzerinde fare geziyor. Tedirgin oldum. Sehpa niyetine kullandığım sandalyenin üzerine uflağımı koyar öyle yatardım. Hırsız, cin, peri, kepise, congulus girerse hemen bıçağımı alıp saldırırım, diye. Yavaşça yatağa oturup hazır olan bıçağı aldım. Kapının tahtası üzerinde gidip gelmekte olan fareye fırlattım. Bir mucize gerçekleşti. Bıçak gidip farenin sırtına saplandı. İlk aklıma gelen yarın arkadaşlara bu başarımı anlatmak olmuştu. İnanmazlar diye fareyi o halde bırakmaya karar verip yattım. Fare birkaç kez “ciik!” “ ciik!” diye ses çıkarıp sustu. Tam kalbine gelmiş olmalı ki hareketsiz kaldı. Artık ben de Yılmaz Köksal gibi attığını vuran biri olmuştum. Eserime baka baka tatlı bir uykuya daldım…
Sabah bıçak lazım olsa da kullanmadım. Çay yapıp zeytinle kahvaltı yaptım. Kahvaltıda tek şey yerdim. Öyle tarikat şeyhlerinin, siyasetçilerin sosyal medyada gördüğüm kahvaltısı gibi kahvaltı şu yaşıma kadar bile yemedim. Bir sabah zeytin yersem diğer sabah çökelek, başka bir sabahta doğranmış sana yağı ile çay içerek kahvaltı ederdim. Bazı günler yavan olan, pek severek yemediğim çökeleğe lezzet versin diye doğranmış Sana yağı katar yerdim de yağlı peynir yemiş gibi olurdum. Aylık almaya başladıktan sonra bile en fazla üç beş yiyecek olur kahvaltılarımda. Zeytin, peynir, yumurta bazen bal, tereyağı o kadar. Benim kahvaltılarım yine iyi sayılır. Çoğu yoksul insan benim çocukluğumdaki gibi tek yiyecekle kahvaltı ediyor, kimisi onu bile bulamıyor…
Okula gittiğimde teneffüste fare olayını her gördüğüm arkadaşıma anlattım. Çok kişi duysun diye uzaktan tanıdığım, pek konuşmadığım çocuklara bile onların şaşkın bakışları arasında anlattım.
“Fare hala kapıda inanmazsan okul çıkışı gösteririm.” dedim hepsine. En az on beş kişi gelip bakacağını söyledi. Okul çıkışında hepsi ortalıktan kayboldu. Sadece benim eve yakın bir arkadaşım geldi. Onu içeri alıp kapıyı kapattım. Kendimle gurur duyarak fareyi gösterdim. Çok şaşırıp benim başarımı takdir etti, gitti. Artık başarıma tanık olan bir kişi vardı. Fareyi kapıdan alıp dışarı attım. Bir kedi hazır bekliyormuş gibi fareyi aldı kaçtı. Yoksulluk öyle sıradandı ki, bundan sokak hayvanları da etkileniyorlardı. Şişman bir sokak kedisi, sokak köpeği görmek olanaksızdı. Sayemde bu kedi kaliteli bir yiyecek yemiş oldu. Bıçağı -mundar hayvana değdiğinden- üç kez çitileyip kullanmaya başladım. Yine de bir hafta bıçağı kullanırken midem kalktı. Bir hafta sonra unuttum. Bu yazıyı yazana kadar bu önemli başarım(!) hiç aklıma gelmedi.
Elli yıl geçmiş olsa bile bu yazımı okuyanlar benim bir zamanlar ne kadar güzel bıçak kullandığımı okuyup beni takdir edeceklerdir… (Samanlıktaki İğne kitabımdan)
ahmet.kocak16@hotmail.com