Anasayfa / Güncel / BAŞA DÖNÜŞ

BAŞA DÖNÜŞ

Bir ekmek, iki domates, iki biberle eve geldi. Domates ve biberi katık ederek karnını doyurdu. “Yarabbi çok şükür! Bu gün de karnım doydu.” dedi. Tek odalı öğrenci evinde somyasına büzülüp uykuya daldı.
Pazarcılar, manavlar tek tek sebze, meyve vermiyorlardı. Çoğu pazarcı:
“Git başımdan! Beni meşgul etme. O paraya olmaz.” diyerek başından savıyordu. Arada bazı vicdanlılar çıkıyor o gün için ayırdığı az parayı alıp bir iki sebze veriyordu.
Yunus bu yıl ortaokula başlamıştı. Babasının asker arkadaşının, kerpiçten yapılmış, konuk odasında kalıyordu. Yoksul bir köylü olan babasının zar zor verebildiği parayla okumaya çalışıyordu. Yarınki yazılı yoklama için ders çalıştı ve yerine yattı. (Çok Kemalettin Tuğcu kitabı okuduğumdan olsa gerek kahramanlarım hep yoksul oluyor. Varsılları yazacağım da nasıl yaşadıklarını bilmediğimden yazamıyorum.)
Neden okula geldiğinin bilincinde değildi. Okula git demişler o da gitmişti. Öğrenmek için fazladan bir çabası olmuyordu. Okul ortamı, öğretmenleri ve arkadaşlarının ortalığa saldığı bilgilerden bazıları zihnine giriyor; o bilgi kırıntılarıyla yazılı ve sözlü sınavlardan geçerli not alarak sınıfını geçiyordu.
Yaşı büyüdükçe bilinci de büyüdü. Okuyup memur olmaktı düşüncesi. Liseyi bitirdikten sonra askere gitti. Dönüşte girdiği memurluk sınavını kazanarak memur oldu. Eline geçen maaş kendi gereksinimlerini ancak karşılıyordu. Yaşamında bir değişiklik olmuştu artık pazardan kilo ile sebze meyve alabiliyordu. On yıl para biriktirdi ve köyden bir kızla evlendi. Çocuklar doğdukça yaşam koşulları zorlaşmaya başladı. Doğum kontrolü yaptırmayı inancı gereği doğru bulmadığı için bolca çocuğu oldu. Haneye çocuk katıldıkça diğerlerinin lokması eksiliyordu. Devlet memuruydu ama devlet ona iyi bakmıyordu. Hep kısmak zorunda kalıyordu. İşten artmaz dişten artar, sözünü yaşam felsefesi olarak kabullenmişti.
Zaman zaman beğendiği bir Bektaşi fıkrasını anımsardı;
Bektaşi üstte yok, başta yok; perişan bir durumda çarşıda gezerken karşıdan çok şık giyimli, kanlı canlı bir grup asker görür kim olduklarını merak eder birine sorar:
“Bunlar kim?”
“Kavalalı Mehmet Ali paşanın kulları” cevabını alınca ellerini havaya doğru açarak:
“Hey yüce Tanrım, bir Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kullarına bak bir de kendi kuluna bak da yardım et,” der.
Halktan toplanan vergiler bir havuzda toplanır. Bu havuzun suyu her kesimin ağzını sulandırır. Bunun için atasözü bile vardır; devletin malı deniz, yemeyen domuz. Tüm çaba domuz olmamak içindir. Devleti ata benzetirler. Ata binmek, onu sürmek isteyen süvariler siyasi parti kurar kıyasıya mücadele ederler. Dertleri o büyük havuzun suyudur. “Benim memurum, benim işçim, benim köylüm, benim dar gelirli vatandaşlarım…”der; halkı refah içinde yaşatacaklarını söylerler. Oylar alınmış koltuğa oturulmuştur. Koltukta başkalaşım geçirirler. Söylemler değişir; “bal tutan parmağını yalar, önce can sonra canan” atasözleri devreye girer. İşçiye, memura, köylüye, dar gelirliye kaşıkla verilirken kendilerine ve varsıllara kepçe ile dağıtırlar. Bu hep böyle olmuştur.
Yunus yaşayarak öğrenmiş, artık hükümetlerden bir beklentisi kalmamıştır. Çocukluğundan beri her şey ilerde olacaktır; en güzel evde ilerde yaşanacak, en güzel kadınla ilerde evlenilecek, ev en güzel eşyalarla ilerde döşenecek, çocuklar en güzel okullarda ilerde okutulacak, en güzel yemekler ilerde yenilecek… İlerdeki günler gelir ama hiç biri gerçekleşmez; güzel yarınlar ilerler ilerler gözden kaybolur, görünmez olur.
Yaşamında hiçbir beklentisi gerçekleşmemiş, hevesleri kursağında kalmış yumru halinde boğazına düğümlenmiştir. Kendisi gibi yaşayacak, hevesi kursağında kalacak, boğazı şimdiden düğümlü evlatlar yetiştirmiştir.
On üç bin lira emekli aylığı ile yaşam mücadelesi vermekte iken on bin lira aylıkla yaşamaya çalışanlara bakarak haline şükreder. Zaten hükümet yetkilileri ve diyanet o ve onun gibilere şükretmelerini salık vermiyorlar mı? Söz büyük yerden olunca yapacak bir şey yoktur.
Kendisini bu dünyada fazlalık gibi duyumsamaya başlar. Dünyanın üvey evladı olmuştur artık. Daha az yiyecek tüketmek, daha az enerji harcamak, daha az ortalıkta görünmek onun zorunlu yaşam felsefesi olmuştur. Yaşadığı için kendisini mahcup hissetmeye, suçluluk duymaya başlamıştır. Dünya’nın sırtında yük olmuş; çalışma, üretme, üreme, ağız dolusu gülme, coşkular, aşklar yaşama, yarışma, rekabet etme, başarma, konuşma, tartışma gibi istekleri yok olmuş, yaşam enerjisi sıfırlanmış, yaşamdan bir beklentisi kalmamıştır.
Marketten aldığı bir ekmek, iki domates, iki biberle eve geldi. Domates ve biberi katık ederek karnını doyurdu. “Yarabbi çok şükür! Bu gün de karnım doydu.” dedi. Çocukluğunu anımsadı; az para ile pazardan ve manavdan taneyle sebze meyve almaktan utanır, utansa da alamazdı. Şimdi marketlerden herkes taneyle alıyordu. Utanılmıyordu artık. Bir tek bu konuda ileri gidilmişti. Bu günlere de şükretti ve kendi kendine;
“Taneyle meyve, sebze alıyorsak da yerli yolcu uçağımız göklerde; yüzde yüz yerli İHA larımız, SİHA larımız havada, TOGG larımız bölünmüş yollarımız, köprülerimiz var. ” söylendi. Tek odalı evindeki somyasına büzülüp uykuya daldı.
ahmet.kocak16@hotmail.com

Hakkında Mustafa TEK

Ayrıca bakın

HER GÜN SICAK İFTAR YEMEĞİ BELEDİYEDEN

Sarıkaya Belediyesi Ramazan ayı dolayısıyla ilçemiz emekliler lokalinde iftar çadırı kurarak ihtiyacı olan ailelere toplu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.