“Beş yumurta; beşi beş kuruştan kaç lira eder?”
İlkokul üçte okurken ilk muhatap olduğum şaşırtmalı soru buydu. Beşlere kadar kerrat cetvelini yeni ezberlemiş çalışkan bir öğrenci olarak, bilmiş bilmiş: “Yirmi beş” yanıtını vermiştim de Kurban Amca gevrek gevrek gülmüş: “Öyle değil akıllım. Sorunun yanıtı içindedir. Hiç mi kafan çalışmıyor?” deyip beni bu yaşımda bile rahatsız eden bir sorun sahibi etmiş ve eklemişti: “Sana çalışkan diyorlardı. Benim oğlana tembel diyorlar. O, bu soruları hep bilir.” diyerek beni mat eden Kurban Amca kendi oğluna haksızlık yapıldığını ima eder, yeni kurbanlara doğru yelken açardı…
İlkokul öğretmenimiz, iyice geliştirdiğine inandığı zekâmızı test etmek için durduk yere:
“Bir kilo pamuk mu ağır yoksa bir kilo demir mi ağır çocuklar?” diye sormuş, sınıfta parmak kaldırma rekoru kırılmıştı. “Örtmenim ben! Örtmenim ben!” diye havada sallanan parmakların hepsi yanlış yanıt vermenin mahcupluğu içinde sıranın altına doğru girmişti. “Demir ağırdır” yanıtlarımızla hâlâ zekâmızın açılmadığını gözleriyle gören öğretmenimizi bir hüzün almıştı…
“Bir sepette on yumurta var. Altı çıkarsa kaç yumurta kalır?” Bu soruyu soran bir müfettiş olunca tabii ciddiyetle yanıtlamak gereklidir. Öğretmenimizden tembihli ve terbiyeli bir vaziyette: “Dört yumurta kalır öğretmenim” deyip, yerime, doğru yanıtı vermenin vakarıyla yavaşça oturmuş, öğretmenimin gözüne bakmıştım. Adamın gözünden ateşler saçılmasına bir anlam verememiştim. Sınıfta bilenin çıkmaması tek tesellimdi. Koskoca müfettiş zevk ala ala doğru yanıtı vermişti; “Altı çıkarsa tüm yumurtalar kırılır değil mi çocuklar?…
“Bir ağaçta on kuş varmış. Avcı ikisini vurmuş. Kaç kalmış?” diye soran arkadaşıma: “iki kuş kalır. Zira (tahminim ömrümde ilk kullandığım zira bu olmalı) diğerleri uçar, gider” diyerek ilk zaferimi kazanmıştım şaşırtmalı sorular karşısında. İlk yenilgi de, ilk zafer de unutulmaz. Ben de unutmadım…
Artık şaşırtmacalı sorulara karşı daha temkinli yanıtlar vermeye başladım. Düşe düşe insan ayakta kalmayı sonunda başarıyor.
“Horoz, samana mı yumurtlar yoksa suya mı?” sorusuna yarım saat düşündükten sonra ; “bu kadar kolay olamaz “suya” olmalı” diye düşünüp, “suya” dedim. Hala yüzüm kızarır bu yanıtım aklıma geldikçe. Halbuki Samana desene…
Bu sınavları çocuklukta bıraktığımı düşünürken ortaokulda, lisede ve öğretmenlik yıllarımda da sınanmaya devam ettim. Yaş ilerledikçe sorular da kazık olmaya başladı tabii;
“Sana dört kelime söyleyeceğim. Doğru tekrar edersen kazanırsın” dedi bir lise arkadaşım. Telaffuzum çok iyidir. Yavaş ve tane tane konuşurum. Kendime bu konuda çok güvenirim. “Söyle” dedim.
“televizyon “ “televizyon”
“meteoroloji” “meteoroloji”
“direkt” “direkt”
“olmadı” dedi. “Neden ki? Hepsini doğru söyledim.” diye itiraz ettim.
“Bak beni dikkatle dinle; sana dört kelime söyleyeceğim doğru bir şekilde tekrar edeceksin. Çok basit.” dedi tekrar oynadık. Sonuçta yine itiraz ederken buldum kendimi. Çünkü hepsini de doğru telaffuz etmiştim. Dördüncü kelimenin “olmadı” olduğunu beşinci soruşunda ancak fark ettim.
Bu oyundan sonra kendime zekâ testi yaptım 90 çıktı. Kategorileri inceledim ki zekiymişim. Bir puan düşük çıksaymış geri zekâlı çıkacakmışım. Başkalarının zekâ seviyelerine baktım: 100, 110, 120, 140 diye gidiyor. Ellerde ne zeki insanlar var! Hele ondan soruları bilemezmişim…
Öğretmen olduk yine kurtuluş yok. “Kaç ayda 28 gün vardır?” diye sordu bir öğretmen arkadaş. Şubat ayının yirmi sekiz gün çektiğini iyi bilirim. Dört yılda bir yirmi dokuz gün çeker. Dört yılda biriken altı saat bir gün eder ve Şubat’a eklenir. O yılda Şubat ayının yirmi dokuz gün çektiğini, böyle yıllara artık yıl dendiğini öğreten birine sorulacak soru mu bu şimdi bakışıma tez canlılığımı da ekleyerek; “Bir ayda 28 gün vardır O da Şubat ayıdır” diye yanıtladım. Çok bilen çok yanılır der atalar. Yine yanılmıştım. Ellerini birbirine vurarak gülmesini anımsadıkça hâlâ gıcık olurum o adama. Hiç unutamam…
“Aydın’dan hareket eden 47 yolculu bir otobüs kullanıyorsunuz. İzmir’ de 9 yolcu binip, 5 yolcu indi. Manisa’ da 8 yolcu indi,6 yolcu tuvalete gidip geldi ve 4 yeni yolcu bindi. 20 saat sonra Balıkesir’ e vardığınızda şoförün adı neydi? diye sordu bir veli. Haydaah! Tabi dikkatim sayıları çıkarıp toplamadaydı ve soru başka yerden geldi. Herhalde çocuğunu okutan öğretmenin zekâ seviyesini ölçecek. Tabi yılların verdiği deneyimle bu tür tuzaklara düşmemeye çalışırım. Bahçede yan yana yürürken iki tur attık ama ben doğru yanıtı bulamadım. “Aydın” diyorum olmuyor. Çıkarıp topladığım sayıların baş harflerinden, son harflerinden adlar çıkarıp söylüyor, bir türlü yanıtı bulamıyorum. Tekrar sor diyorum bir türlü şoförün adını bulamıyorum. İçimden “sen koca öğretmensin ilkokul mezunu bir veli karşısında mahcup olmamalısın. Hele kahvede seni tefe koyup çalarsa gör o zaman!” düşünceleri içindeyim. Sonunda pes ettim “sen söyle” dedim. “Otobüs kullanıyorsunuz” tümcesinde olduğunu nereden bileyim birader?
Tam emekli oldum bu tür sorularla karşılaşmam derken komşunun torunu makinalı tüfek gibi peş peşe;
“İki baba ve iki oğul bir dükkâna girer. Dükkânda tanesi 1 liradan dondurma alırlar. Fakat hepsinin toplam ödediği para 3 liradır. Bu nasıl mümkün olur?
Bir tabakta 7 tane portakal var. Bu portakalları, 7 çocuğa birer tane bütün portakal vererek paylaştırın ve hâlâ tabakta bir portakal kalsın?
Bir yarışta ikinciyi geçerseniz kaçıncı olursunuz?” demez mi? Çocuğun omuzlarında tuttum yüzüne gülümseyerek bakarak;
“Alican, Allah’ını seversen bana bu tür sorular sorma lütfen. Hadi şimdi oyun oyna” deyip eline tableti verdim…
ahmet.kocak16@hotmail.com
