Etrafta çam ağaçları var. Ormanlık alanda seyrek ağaçların izin verdiği bir yamaçta istop edip bekleyen küçük kepçe çukurlar kazıp çıkan toprağı yana yığmış. Bir kenarda üzgün bekliyor;
“Ben de yeni yaşamların yeşereceği temeller kazmak isterdim” mahcupluğu içinde. Dün yağan yağmur toprağı ıslatmış. İnsanlar çamur olmayan yükseltilere çıkıp bekleşiyorlar. Ben de üzüntü içinde bekleşenlerdenim.
Mezarın içinde sırtında İstanbul Büyükşehir Belediyesi yazan bir adam var. Verilen tahtaları alıp yan tarafa istifliyor. İçeriden bağırıyor:
“Yakınlarından iki kişi yanıma insin.” Oğulları Murat’la Hasan iniyor. Yeni yapıldığı, ilk yolcusunu taşıdığı anlaşılan tahta tabut açılıyor. İçinden anılarımın da sarıldığı beyaz bir kefen çıkıyor. Yeğenleri kuşaklarından tutup mezarın üzerine getirip oğullarına teslim ediyorlar. Yavaşça yerine indiriyorlar. Dışarıdan biri:
“Yüzünü kıbleye doğru çevirin” diyor. Çeviriyorlar. Bir başka ses:
“Kuşakları çözün” diyor. Evlatları acı içinde, bildiklerini unutmuşlar; dışarıdan gelecek talimatlara göre hareket ediyorlar. (Her cenazede yakınlara ne yapacaklarını söyleyen birileri olur. İyi ki de olur.) Biri bir pet şişe su verip;
“Kefenin üzerine boydan boya dök.” diyor. Ben soğuk su dökülmesine razı değilim.
“Zaten hava soğuk; neden su döküyorsunuz?” isyanındayım. O kıymetlimin üşüyeceğini düşünüyorum. Yanımda duran biri “Zem zem suyu” diye açıklama yapıyor. İşi biten iki evladı yukarı çekiyorlar.
Görevli imam duaya başlamıyor. Cenaze namazını kıldıran merhumenin müftü yeğeni Ahmet Fuat hocayı bekliyor. Ahmet Fuat gelince imam duaya başlayıp müftüye bırakıyor. O başlıyor duaya…
Görevli tahtaları dizmeye başlıyor. Tahtalar anılarımın üzerini kapatıyor…
İlkokulda okurken karne tatilinde annemin köyü Büyükçalağıl’a gittim. Mezarlığa oradan da bağlara doğu giden yolun üzerinde idi evleri. Büyük çatal kapısı vardı. Çatal kapı hayat denilen elli metre karelik alana açılırdı. Sağda büyükannemin, iki bekâr kızının kaldığı üç odalı ev, onun yanında Lütfi dayımın eşiyle oturduğu oda, çatal kapının tam karşısında ahır ve samanlığın kapısı vardı. İnekler ve koyunlar sağa sola sapmadan direkt giriyorlardı ahırlarına. Sol tarafında Mithat dayının evi var. Oğlu Hacı Bengi daha küçücük ve ağlayıp duruyor. Girişin solunda kiler olarak kullanılan genişçe bir oda var. Orada; pekmez, turşu, peynir, çökelek küpleri dizilidir. Bez torbalarda kış için hazırlanmış nohut, yeşil mercimek, kuru fasulye, meyve kuruları, kurutulmuş taze fasulye dolu. Çuvallarda bulgur, ince bulgur, yarma var ve hepsini kendileri yetiştirmişler. Bir masanın üzerinde güzden yapılıp üst üste yığılı kuru yufkalar var. Kilerin üst katı konuk odasıydı. Girişi merdivenle sokaktandı.
Belediye görevlisi tahtaları kefene toprak akmayacak, beyaz kefenini atılacak çamurlu topraklarla kirletmeyecek şekilde dikkatlice diziyor. Her konulan tahta aklıma kefen içindeki Aniş teyzem ile ilgili bir anımı anımsatıyor
Gece yattık. Bana bir yer yatağı serdiler. Üşüyorum. Teyzem Aniş ve Memduha (Genç yaşta ölen babaannemin adını koymuşlar) sohbet etmek için aynı yatakta yatıyorlar. Üşümeyeyim diye beni de aralarına aldılar. Köyde olan bitenleri, genç kızları ve erkekleri konuşuyorlar. Onları dinlerken uyuyup kalıyorum…
Sabah yamaca kazılmış, yolun devamı damlardan oluşan sokağa çıktım. Yoldan geçen bir yaşlı kadın:
“Aniş gız bu oğlan da kimin nesi?”
“Zennure aplamın oğlu Ahmet.” diye yanıtlıyor. O kadın cebinden bir sormuk şeker çıkarıp uzatıyor. Utanıp almıyorum. Aniş teyzem:
“Al da yi kölesi olduum.” diyor, alıyorum.
Geçen yıl trafik kazasında yitirdiği torunu Bilal’in acısına bir yıl ancak dayanabildi. Belediye görevlisi tahtaları yan yana dizdikçe başka tahta ile çakıyor ve iyice sağlamlaştırıyor. Kenarlarda kalan açıklıkları da keseklerle kapatıyor. Toprak atmaya, anılarımı iyice karartmaya başlıyorlar. Bir kaç kürek toprak da ben atıyorum hiç istemeden.
Öğretmen olduktan sonra yaz tatilinde İstanbul’a Aniş teyzemi ziyarete gittim. “Hoş geldin yiyenim. Sen öğretmen oldun dimek kurban olduğum!” diyerek karşıladı. “Ne bişiriyim saa Ahmet? Ne yimani seven di de bişiriyim yavrım?” Çocukluğumda beni en iyi şekilde beslemeye çalıştığı gibi büyüdüğümde de devam etmek istiyordu. ..
Biz yavaş yavaş kenara çekildik. İmam tek kaldı mezarda. Dualar okumaya devam ediyor. Boş tabutu cenaze aracına yüklediler. Cenaze aracı başka birini getirmek üzere mezarlıktan ayrıldı.
Annemi ziyaret için bir minibüs dolusu geldiler. Aniş teyzem:
“Ahmet bu ilin melmeketinde yalınız başına neapıyon yavrım? Sen ağaç govuğundan çıhmadın. Bi sürü seni seven ahraban var. Gelsane İstanbul’a.” demişti.
Boynuna megafonunu asmış imamlar arkalarında acı dolu, ağlaşan insanlarla geliyor. Biri:
“Hadiyin burayı boşaltın. Başka bekleyen cenazeler var.” diye uyarıyor ve mezarlıktan ayrılıyoruz.
“Benim sadık yârim kara topraktır” diyen Âşık Veysel gibi kıymetlim de toprağıyla buluştu geride acı içinde yakınlarını bırakarak. Büyük ozan ne güzel anlatmış;
“Can kafeste durmaz uçar/Dünya bir han, konan göçer/Ay dolanır yıllar geçer/Dostlar beni hatırlasın
Can bedenden ayrılacak/Tütmez baca yanmaz ocak/Selam olsun kucak kucak/Dostlar beni hatırlasın.”
Ben, seni hep hatırlayacağım kıymetli teyzem. Rahat uyu. Çocuklarına, yakınlarına baş sağlığı dilerken; “Allah Rahmet eylesin. Mekânın cennet olsun.” demekten başka bir şey gelmiyor elimden. Artık sadık yârimize kavuşana kadar anılarımıza sığınarak katlanacağız yitirdiklerimizin acısına.
Ahmet.kocak16@hotmail.com