Anasayfa / Güncel / KENDİME MEKTUP (2)

KENDİME MEKTUP (2)

Çalıştığım bütün okullarda öğretmenler masasının kapıya uzak başköşesinde otururdum. Bazı arkadaşlar yanlışlıkla yerime oturur, içeri girdiğimi görünce mahcup mahcup başka yere geçerlerdi de beni de mahcup ederlerdi. Herkesi gören, herkes tarafından görülen hâkim yerleri severim. Yüce Rabbim beni yönetici olsun, büyük adam olsun diye yaratmış ama bende iş yokmuş. Bir türlü öyle adam olamadım. Doğrusu olmak için de bir çabam olmadı. Hep,” öğretmenlik mesleği uzmanlık mesleğidir. Öğretmenlikten daha yüce başka bir makam yoktur.” diye kendimi teselli etmişimdir.
Okul müdürü ve yardımcılarını uyarmaya gerek duymazdım. Çünkü hızlı adımlarla odalarına gelip kapıyı vurduğumdan, -o sıradaki kısa sürede düşünme fırsatı bulmamdan ve derin derin nefes alıp kalp atışlarımı yavaşlatmamdan dolayı- kapılarını yavaşça açardım. Bütün bu talihsiz olaylar kapıyı vurmadan girdiğim odalarda yaşanırdı daha çok.
Okul müdürü ben yokken öğretmenler odasına bir şeyler söylemeye gelmiş. Kapı arkasında durarak konuşmaya başlamış. Yeni döşettiği, henüz oturmaya doyamadığı odasına gitmeye hazırlanırken, son cümlesini söylemekte olan müdürünü kapı arkasında yakalayıp duvarla kapı arasına yapıştırdım. Kapı arkasından gelen kütürtüler ve yere yığılış seslerini duyunca hemen imdadına koştum. Adam yerde acılar içinde kıvranırken;
”Ulan bir daha da öğretmenler odasına gelirsem ne olayım! Ne söyleyeceksem öğretmenleri odama çağıracağım bundan sonra. Koca okul müdürüyüm şu düştüğüm duruma bak! Ne karizma kaldı ne de bir şey! Ben böyle acılar içinde yerlerde sürünecek adam mıydım? Bu yeni gelen öğretmen de ne acayip adammış. Sicilini doldururken ben bunun acısını çıkarmaz mıyım? Neyse ki, bu bir kaza idi bir şey yapamam ama başka bir açığını görürsem onu süründürmezsem bana da müdür demesinler.” düşünceleri geçiyordu kesin aklından.
Ayağa zorluklarla kalkıp bir sandalyeye yığıldı. O sırada diğer arkadaşlar benim durumumla ilgili bilgi verdiler. Müdür bey;
“ İyi, güzel size tembih etmiş. Keşke bize de söyleseydi bu duruma düşmezdim.” derken ben yine özürlerimin kabulünü arz ediyorum bizim müdüre. Müdüre acıyarak bakan bir arkadaş:
“Bize tembih etti de ne oldu ki, geçen gün Aylin Hanım da aynı akıbete uğradı. Yine siz iyisiniz. O daha da perişandı. Müdür bey Allah’ın sevgili kuluymuşsunuz. Verilmiş sadakanız varmış!” diyerek, mendil verenler, çay dolduranlar, lacivert takımındaki tozları çırpanlar oldu. Ortaya çıkan yağcılık yapma fırsatını değerlendiriyorlardı bazı arkadaşlar.
İçeri zili çalar çalmaz ilk ben kalkıp sınıfa doğru hızlı adımlarla yürürdüm. Sınıfa giderken de mutlaka koridor lambalarını söndürürdüm. Bazen; “ben emekli olduktan sonra o lambaları söndüren öğretmenler var mıdır?” diye düşünürüm.
Sınıfa doğru hızlı hızlı yürürken, “kapıyı yavaşça açayım da bir çocuğu duvara yapıştırmayayım” diye düşünerek yürüdüm. Sınıfım baya uzaktaydı. Oraya varana kadar unutup kapıyı ‘çaaat!’ diye hızla açtım. Kapının arkasında olan, çöp kutusunda mutlu mesut kalemini açan bir çocuğu duvara yapıştırmayayım mı? Çocuk ciyak ciyak ağlamaya başlıyor. Hemen kaldırıp,
“ben size kapı arkasında durmayın demedim mi? Tamam evladım geçer. Bundan sonra dikkat edersin.”
Çöp kutusunu kapı arkasından alıp başka bir yere koyup derse başladım. Herkesin sınıfında öğretmen derse girene kadar hemen hemen tüm öğrenciler ortalıkta dolanırken, benim öğrencilerim -bu huyumdan dolayı olsa gerek- hepsi yerinde oturup beni beklerlerdi. Ortalıkta hele hele kapıya yakın kimse olmazdı. Bir şey hepten de kötü olmaz; bazen iyi yönleri de olabiliyor.
Dersin konusu Yontma Taş Devri. Konuyu; tarih şeridinin ve kitapta olan yontulmuş taşlardan yapılmış av araçlarının resimlerinin yardımı ile anlattım. Baktım çocukların dikkatleri dağılmış -her zaman yaptığım gibi- çocukların bayıla bayıla dinledikleri anılarımı anlatmaya başladım. Çocukluğumda karasabanla çift sürülmesini, öküzlerin çektiği kağnı arabalarını, döven sürmemizi, orak ve tırpanla ekin biçilmesini, tırmıkla sapların toplanıp, anadutla arabalara yüklenmesini tahtaya resimlerini çizerek anlattım. Çıt çıkarmadan dinlediler. Tekrar konuya döneceğim sırada Kemal adında bir öğrencim parmak kaldırdı,
“ Öğretmenim bir soru sorabilir miyim?”
“ Tabi sorabilirsin.” Kitaptaki yontulmuş taş resimlerini göstererek:
“ Öğretmenim daha maden devri gelmemiş. Çekiç, keser, balta yok. Siz bu taşları nasıl böyle yontup av araçları yapıyordunuz?” dedi. Çocuk anılarımı dinleyince benim Yontma Taş Devri’nde yaşamış biri olduğumu düşünmüş ki böyle bir soruya beni muhatap ediyor. Kendimi tutamayıp kahkahalarla gülmeye başladım. Tüm öğrenciler gülen öğretmeni çok severler. Benim gülmem tüm sınıfa sirayet etti. Hep birlikte epeyce bir güldük.
Kırk üç yaşındaydım o zamanlar. Yavaş yavaş saçıma aklar düşmeye başlamıştı. Tamam yaşlanmaya başlamıştım ama Yontma Taş Devri’nden de kalmamıştım. Bir ara, ‘acaba böyle muntazam nasıl yapıyorduk taşları?’ diye kendime sormadan da edemedim. Cevabını veremeyince Tarih şeridinde benim doğduğum ve Kemal’in doğduğu yüzyılı gösterdim. İkimizin de aynı yüzyılda doğduğumuzu ispat ettim de Yontma Taş devrinden kalma olmadığımı ispatladım. (Devam edecek)
Ahmet.kocak16@hotmail.com

Hakkında Mustafa TEK

Ayrıca bakın

HER GÜN SICAK İFTAR YEMEĞİ BELEDİYEDEN

Sarıkaya Belediyesi Ramazan ayı dolayısıyla ilçemiz emekliler lokalinde iftar çadırı kurarak ihtiyacı olan ailelere toplu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.