Ağacın dalı rahat değil. Düşme tehlikesini de bünyesinde barındırdığından mütevellit, bitli, kıvrık bir yaprak kopararak yerde incelenme kararına vardım. Yere sağ salim indikten sonra kıvrık yaprağın iki yanını çamaşır mandalları yardımı ile ayırdım. Loş ortamdan gün ışığı ile karşılaşan muhtelif boyutlardaki bitler telaşa kapılıp,sağa sola kaçışmaya başladılar. Bu telaşlarını; birden elbiseleri çıkarılıp anadan üryan caddeye bırakılan insanların bir yerlerini kapatarak sağa sola kaçışışlarına benzettim. Not defterimi çıkarıp, kulak arkası kalemimle; “yaprak bitleri güneş ışığından çok rahatsız oluyor, sağa sola kaçışıyorlar,” notunu düştüm. Aydınlıktan, ışıktan kaçan insanlarla bunlar arasında bir bağ kurulup, acı acı gülümsedim.
Sanki beni duyacaklarmış gibi kuytu bir köşeye yığılmış bitlere:
“O kadar ilaç sıktım siz hala yaşıyor musunuz?” dedim. İçlerinden genç biri:
“Sen bize göztaşı sıkıyordun yapraktan yuvamız bizi koruyordu akıllım. Ancak gözümüzü yaşartı…” sözünü tamamlamadan yaşlı, bilge büyük bit gencin ağzını kapatıp:
“Sus lan! Ne diye adama akıl veriyorsun lüzumsuz!” dediğini duydum. Üzerlerinde Ufo gibi gözüken mercek onları çok korkutmuş, ayrıca güneş ışığının odaklandığı güneş ışığı kadar parlak bölgenin aşırı ısı yayması nedeniyle kesin uzay aracının dünyaya indiği, kendilerini kaçıracağı duygusu içinde tir tir titrer durumda olduklarını, bana en ağırından beddua ettiklerine eminim. “Bilimsel bir araştırma yapıyorum burada kobaylara acımak olmaz,” diye kendi kendime söylenmişim. “Kim benim hakkımda kötü düşünüyorsa iki katını yaşamadan ölmesin” diye ben de bir beddua sallıyorum içimden. Bilim için her şey feda olsun. Aslında pek de umurumda değildi bedduaları. Tekrar arka cebimden not defterimi çıkarıp:, “Yaprak bitleri güneş ışığından çok rahatsız oluyor,” notumu da düşüyorum.
Bu önemli(!) bilgileri not defterimle yazıp arka cebime koyduktan sonra bahçemde olan, yeni çiçek açmış elma ağacına yöneliyorum. Ağaç üç metre yükseklikte. Dallarında çiçekleri var. Çiçeklere yetişemeyeceğimi anlayınca ayaklı metal merdiveni getirip, ayaklarını açarak en üstteki basamakta konuşlandım. Merceğimi çiçeğin üzerine tutarak incelemeye başladım. Çiçeği incelerken öğretmenlik yıllarımda uygulamalı anlattığım Fen Bilgisi derslerim aklıma geldi. Çocuklara önce kitaptan teorik, sonra tahtaya çizdiğim çiçek resminden ayrıntılı çiçekli bitkilerde üreme konusunu anlatırdım. En sonunda öğrencilerimi okul bahçesine çıkararak uygulamalı ders işlerdim. Gri boyalı Fen-Tabiat dolabından aldığım büyüteçle bir çiçeğin çanak yapraklarını, taç yapraklarını göstererek anlatır, büyüteçle tek tek hepsine erkek organları ve dişi organı gösterirdim. “İşte çocuklar bu erkek organların tepesinde bulunan erkek üreme organları; rüzgar ve arılar yardımı ile dişi organın tepeciğine taşınır. Dişi organın tepeciğinden aşağı doğru inen erkek üreme hücresi dişi organın içindeki yumurtaya girerek döllenmeyi gerçekleştirir. Döllenen yumurta gelişmeye başlar. Böylece meyve verir.” Hınzır erkek öğrencinin biri: “Öğretmenim insanlar nasıl ürüyorlar?”
“ Buna benzer şekilde ürerler evladım.” Deyip konuyu kapatmaya çalışırdım.
“Peki, “döllenme için tozlaşma gerekli” dediniz. İnsanlarda tozlaşmayı arılar yapmıyor herhalde?”
“Yok, arılar yapmaz tabi ki.”
“Ya nasıl oluyor?”
Bu soruya kadar rahat olan bende bir gerilme başlar; bir yandan “ohm!” ohm! “ derken zaman kazanmaya çalışırdım. “kadınla erkek yatağa girer döllenme olur,” derdim yavaşça. Bir yandan da, “bu çocuk konuyu nasıl buraya getirdi? Şimdi nasıl çıkacağım bu girdiğim bataklıktan? Allah vere de sürdürmese,” diye düşünmeye başlardım. Hınzır erkek çocuğu fırsatı yakalamış durur mu? Tadını çıkarmadan bırakır mı?: “Yorganı çırparak mı tozlaşmayı gerçekleştiriyorlar?” dedi, başladı -kahkaha eşliğinde ellerini birbirine vurarak- gülmeye. Zaten dara düşmüş, debelenme durumundayken “evet, evet” diyerek geçiştirmeye çalışırdım.
Ben böyle dalmış çiçeğe doğru bakarken aniden kulağımın dibinde bir sesle irkildim: “Hoca, ne yapıyorsun orada?” Duyduğum ses bende; yolda dalgın giderken koca bir otobüsün arkanızdan yaklaşıp havalı kornasına bastığındaki gibi bir etki yarattı. Birden irkildim, peş peşe zincirleme sıçramalar yaşadım. Merdivende sağa sola yalpaladım. Birkaç kez düşme tehlikesi atlattım. Tam düşmek üzereyken ağacın dalına can havliyle sarıldım düşmekten son anda kurtulabildim. Bacaklarım titrer vaziyette merdiveni de titretip ritmik gıcırtılar çıkarmaya başladı merdiven. Adamın sorusuna perişan halde yanıt yetiştirmeye çalıştım. Titreyen bacaklarımla uyumlu titreyen sesimle: “Araştırma yapıyordum. Korona virüs ilacını bulmak istiyorum da,” der demez pişman oldum. Aslında doğruyu söylememem, ona fırsat vermemem gerekirdi. Cahil komşuma benimle dalga geçme fırsatı vermiştim. Adam öğrencim gibi ellerini birbirine-pehlivanların perdah çekişleri gibi- vurarak başladı gülmeye. Düştüğüm mahcup durumu, kızgınlığımı siz hesap edin artık…
Ahmet.kocak16@hotmail.com
COVİD-19 İLACI
EtiketlerManşet
Ayrıca bakın
İKİ ÖĞRETMEN
Kemalettin Bey sitenin cümle kapısından çıktı. Soğuktan korumaya aldığı ellerini on yıllık solmuş kabanının ceplerine …