2006 yılı, eğitim öğretimin ikinci döneminde bir gece yarısı baş dönmesi ile uyandım. Genelde herkesin başı sağdan sola veya soldan sağa döner benimki yukarıdan aşağı doğru dönüyordu. Önce, akşam ne yediğimi düşündüm. Mantar, balık gibi şeyler yememiştim. Yatakta oturarak bekledim. Sonra tekrar yattım, uyudum. Sabah uyandığımda azalsa da baş dönmem devam ediyordu.
Okulda öğrencilerimi müdür yardımcısına emanet edip, sevk kağıdı alarak yakında olan Yüksek İhtisas Hastanesi’nin (şimdi yıkıldı) aciline gittim. Şikayetimi dinleyen doktor çekap yapmaya karar verdi. Kan tahlilleri, akciğer filmi, kalp grafisi, efor testi, beyin tomografisi, ultrason gibi şeyler istedi, “bunları tamamla gel” dedi. O gün yaptıracaklarımı yaptırdım, kimisi için ertesi güne randevu verdiler. Okula dönüp öğrencilerimi teslim aldım.
Ertesi gün okulda iki ders yaptıktan sonra; üzerimde takım elbisem, boğazımda kravatımla tekrar hastaneye gittim. Ultrason için sıraya girdim. Dört odada ultrason çekiliyordu. Ben üçüncü odanın önünde beklemeye başladım. Bir ara hemşire hanım yanımda oturan yaşlı adama: “Amca idrarını tut. Birazdan seni alacağım.” Dedi. Zaten hastanelerde kimseye açıklama yapmazlar. Sorsan da yanıt vermezler. Zamanları da yoktur.Hastanelerde insanlar değil soru işaretleri dolaşır; tomografi ne yanda, doktor iyi mi acaba, ya önemli bir hastalığım varsa, neden yeterli tabela yok, hastane içinde kayboldum galiba… “Amca idrarını tut” sözünü duyunca durumdan vazife çıkarıp idrarımı tutmaya başladım. O kadar okulu boşuna mı okudum? Leb demeden leblebiyi anlamam gerekir. Lafın tamamı deliye söylenirmiş. İdrarını tutması tembih edilen, beyin ameliyatı geçirmiş hasta daha fazla idrarını tutamayıp bıraktı. Üzeri batan adamı çağıran hemşire durumu görünce başkasını aldı içeriye. Hastanın biri gidip biri çıkarken çok sıkıştım. Altına kaçırma olayından sonra hemşire hanım “ben çok sıkıştım” diyeni içeri almaya başladı. Usulü öğrendim ya; “hemşire hanım çok sıkıştım.” Dedim. “Tamam bu hastadan sonra seni alayım.” Dedi ama çok sıkıştım yerimde duramaz haldeyim. Derken büyük an geldi ve “Ahmet Koçak!!!” sözleri yankılandı koridorda. Telaşlı bir mizacım vardır. Çok hızlı hareket ederim. Hızlı yürürüm. Gezerek konuştuğum arkadaşlarımı gerilerde bırakıp boşluğa konuştuğum çok olur. Kapıları hızla açar kapatırım. Bu sefer öyle olmadı. Yavaşça ayağa kalktım. Aynı yavaşlıktaki adımlarla odaya doğru yürüdüm. Sıra bekleyenlerden bir kadının kocasına: “Adam sıra beklerken yaşlandı ya la!” dediğini duydum. Şimdi bu güzel espriye gül bakalım gülebiliyor musun? Bir gülsem… O kapıları yel gibi açan ben, kapıyı yavaşça açtım. İçeri kedi girdi sanan personel yere doğru baktı. “İyi günler” bile diyemeden yatağa uzandım. Doktor: “Kravatını çıkar! Yakanı aç!” Diye buyurdu (doktorun işi başından aşkın. “Yakanı açar mısın?” falan gibi uzun tümcelere vakti yok). Dediğini yaptım. Boynuma hemşire kaygan bir sıvı sürerken kendimi tutamayıp bastım kahkahayı. Hemşire gereksiz gülmeme aldırış etmeden yüzünü ekşiterek: “Çok mu gıdıklanırsın?” dedi. Durumu açıklayınca onlar da başladı gülmeye. Doktor (sağ olsun): “Sorumluluk bilinci gelişmiş, leb demeden leblebiyi anlayan, eğitimli vatandaşım tuvalete git gel, seni bekleriz” Dedi.
Neyse, sonuçları bir haftada tamamladım. Akciğer filmimi ışığa tutup, endişe içinde bakan (yoksa hep mi endişeli yüz ifadesi vardı?) doktor: “Hımm!” dedi. Beni aldı bir telaş. Kalp çarpıntılarım arttı. Devam etti: “Akciğerleriniz çok temiz görünüyor. Sigara içmediğiniz için teşekkür ederim.” Dedi. Böylesine güzel bir haber endişeli bir yüz ifadesiyle mi söylenir be adam? Az kalsın kalpten gidiyordum. Doktorun kendine olan güvenini sarsmamak için ortaokuldan beri otuz beş yıldır düzenli olarak sigara içtiğimi söylemedim. Aslında söylemeli miydim? Bana yaşattığı çarpıntıları ömrü boyu yaşasa mıydı?
Zorlu bir maratonun ardından baş dönmesinin; boyun kemiğinin düzleşmesinden dolayı olduğu, beynime yüzde on oranında az kan gitmesinden ileri geldiği teşhisini konuldu. Hep neden kafam çalışmıyor; Aynştayn’ın İzafiyet Teorisi’ni neden anlayamıyorum diye üzülür dururdum. Demek ki ondanmış. Beyne kan az gidince ne yapsın zavallı gücünü daha çok canlı kalmaya ayırmış, diğer görevlerini ihmal etmiş demek ki…
Nörolog, kan sulandırıcı bir kutu ilaç yazdı. On beş gün sonra ilacı bitirip kontrole gittiğimde tekrar aynı ilacı yazan doktorum: “Bu ilaç artık ödenmiyor.” Demesin mi? Kırk altı yaşındayım. Yirmi altı yıl çalıştım. Hiç sürekli ilaç kullanmadım. İlk kez ilaç kullanmam gerekince ilacımı ödemiyorlar. Bir de pahalıymış! Davul bana gelince patlamış. Öbür kontrolde doktora şikayetimi iletince, o ilaç yerine aspirin içebileceğimi söyledi. Böylece çok para vermekten kurtuldum. ahmet.kocak16.hotmail.com
