Suriye içine kepçe daldırılıp hoyratça karıştırıldı. Kazanın içinde sakin, kendi yağı ile kavrularak yaşamaya çalışan; eğitimsiz, mesleksiz, insan haklarından, kendi haklarından habersiz, aidiyetleri zayıf insanlar etrafa saçıldılar. Tencerenin dibinde olmamız,bağrımızın yufka olması, o kepçenin ucundan tutması suçluluğu ile etrafa saçılan insanların üç dört milyon kadarı ülkemize saçıldı, yurda dağıldı ve bizlere komşu oldular. Mübadele, Bulgar zulmü, Rus zulmü ile daha önceden ülkemize göç eden soydaşlarımız bizi deneyim sahibi yapmıştı ve bu duruma hiç de yabancı değildik. Hayret etmedik. Şaşırmadık. Tepkisiz kaldık. Herkesin bir veya birkaç Suriyeli komşusu oldu. Haydi hayırlı olsun!
Yöneticilerinin soyguncu, yönetimlerinin ilkel olması sebebiyle Afgan, Iraklı, İranlı geldi derken zaten çok renkli olan bizim mozaik yeni renklerle bezendi. Ana renk olan eski mozaikler gittikçe belirsizleşmeye, solmaya başladı.
Diğer göçenlere de cılız itirazlar olsa da zamanla sönümlendi. Suriye’den göç edenler reddedilmeye başlandı. Empati yaptığımızda düşmanca bakışlar arasında yaşamak zorunda kalmak korkunç bir durum olsa gerek. Ev kiralıyorsunuz, dışarı çıktığınızda sert bakışlar, belki de anlamadığınız dilde laf vurmalarla karşılaşıyorsunuz. Bu durum onları evlerine kapanmaya itti. Erkekleri -giysileri bize benzediğinden kolay kamufle oldular. Konuşmazlarsa yabancı oldukları pek anlaşılmıyor. Kadınlar geleneksel giysilerinden hemen anlaşılıyorlar. Kadınlar ve çocuklar evlere hapsoldular.
Araplar, etrafını yüksek duvarlarla çevirili evlerde yaşarlar çoğunlukla. Bu yaşam tarzına alışıktılar. Pandemi ortaya çıkınca, biz de eve kapanınca onların kapalı yaşamları dikkat çekmez oldu. Dilimizi bilmediklerinden kimseyle konuşamamaları, içine kapanık bir toplum oluşturmaları gayet normal. Evlerinde neler yaşadıklarından haberimiz olmuyor. Daha önce gelen soydaşlar Türkçe bildiklerinden onların neler yaşadıklarını onlardan öğrenebiliyorduk. Bunlar tam bir kapalı kutu.
Benim evin karşısında iki katlı eve altı yıl önce Suriyeli büyük bir aile taşındı. Ailenin yaşlı, huysuz, zayıf nineleri balkonda oturur; torunlarına, kızlarına, oğullarına bağırır dururdu. Dışarıya açılan pencereden ne söylediğini anlayamasam da ülkesinde yaşadığı travmaların dışa vurumu olduğunu anlardım. İki yetişkin kızları dışarı gider gelirlerdi.
Baktım baklonda oynayan küçük çocukların betleri benizleri soluk. Yoksul düştüklerini düşünerek yatak battaniye verdim. Onlar yenmezdi yiyecek yardımı da yapmalıydım. Söylemesi ayıp (söyleme o zaman) marketten yiyecekler alıp evlerine bıraktım. Çok şeyler söyledi yaşlı huysuz kadın Arapça. Bir tek “Şükran” dediğini anladım.
Onlar iki yıl sonra taşındı evi yine Suriye’den göçen otuz yaşlarında iki kardeşe devrettiler. Ev sahipleri belli ki onlardan memnundu, devir hakkı tanımıştı. Bu iki kardeş çöplerden kağıt, karton, pet şişeler toplayıp evin bahçesine yığmaya başladılar. Ekmeğini çöpten çıkarıyorlardı. Eşleri ve çocukları evden dışarı adımlarını üç senedir atmadılar. Hoş virüsten dolayı bizim de onlardan geri kalır yanımız yok. Babaları gecenin üçünde el arabalarında olan büyük çuvalları sabahın beşine kadar çöplerden doldurup dönüyorlar. Bir iki hafta sonra yine Suriyeli biri kamyoneti ile evin bahçesine yanaşıyor, biriktirdiklerini yükleyip götürüyor.
Çocuklarının benizleri canlı, kendileri canlı vaziyette balkonda oturup gelen gidene bakıp, arada bir kardeşleri ile kavga ederek büyüyorlar. Fanus içinde büyüyorlar. İlerde nasıl bir insan olacaklar? Mahallenin çocukları sokakta oyunlar oynarken onları balkondan izliyor, hiç aralarına katılmıyorlar. Keşke katılsalar. Bizim onları sevmediğimizi, düşman olduğumuzu düşünüyorlardır muhtemelen. Onları rahatsız edici hiçbir hareket olmadığı halde böyle düşünmeleri çok acı. Televizyonda, medyada gitmeleri üzerine çıkan haberler onları gittikçe içlerine kapatıyor.
Bazen evlerinden müzik sesleri gelir. Müzik arasında kadınların zılgıtları duyulur. İki üç saat sonra hane yine sessizliğe bürünür. Belki önemli günlerini kutluyorlar; nişan, düğün yapıyorlar bilemiyorum. Evin bahçesinden istiflenen kağıt, karton sesleri, ayakla ezilerek küçültülen kutu ve pet şişe sesleri de gelmese o evde kimse yaşamıyor sanırdınız.
Yabancı bir ülkeye göçmek, orada düzen kurup yaşamak zordur. Yaşadığımdan çok iyi anlıyorum onları. Gelip geçerken işini bırakır benim gözüme bakarlar bir selam versin diye. Gelen geçenden bir selam almak onların bu ülkede kalışlarına vize anlamına geliyordur. Çok acı! “Günaydın” derim, “Alokumeselam” diye karşılık verirler. “Kolay gelsin” derim çalışırken gördüğümde yine, “Alokume selam” diye karşılık verirler. Bir selama mutlu olurlar. Göremeden geçiyorsam onlar selam verirler, “Selmunalokum” derler. Tek ortak yanımız Arapça selam ve Şükran sözcükleridir. Konuşma dağarcığımız üç sözcükten oluşur. Onları da bol bol kullanarak yaşayıp gidiyoruz.
Eminim onlar da bir an önce kendi öz vatanlarına gitmeyi istiyorlardır. En doğrusu da odur. Konuklar evlerine gönderilmeli ve orada “burası bizim ülkemiz” diyerek, göğüslerini gererek yaşamalıdırlar. Kim istenmediği yerde yaşamak ister ki?…
ahmet.kocak16@hotmail.com
SURİYELİ
EtiketlerManşet
Ayrıca bakın
İKİ ÖĞRETMEN
Kemalettin Bey sitenin cümle kapısından çıktı. Soğuktan korumaya aldığı ellerini on yıllık solmuş kabanının ceplerine …