Köye geleli on iki gün oldu. Yalnızım. Geceleri harmana serdiğim kilme yatıp yıldızları ve Samanyolu’nu izliyorum. Çocukken sergi beklerken gecelediğim günler geliyor aklıma.
TRT Müzik kanalında Neşet Ertaş çalıp söylüyor: “Hep sen mi ağladın, Hep sen mi yandın? Ben de gülemedim yalan dünyada. Sen beni gönlünce mutlu mu sandın? Ah! Yalan dünyada, yalan dünyada, yalandan yüzüme gülen dünyada…” Yazmaya ara verip Neşet Usta’yı dinliyorum. Usta’nın rahmetli olması aklıma mezarlığı getiriyor. Köyde yaşayanlardan az tanıdığım kaldı. Tüm tanıdıklarım, yakınlarım mezarda yatıyor.
“Vizontele” filminde annesinin sevdiği türkü radyoda çıkınca mezarlığa koşar Yılmaz Erdoğan türküyü annesine dinletmek için. Uzaktaki mezarlığa tam vardığı anda türkü biter,bir türlü dinletemez. Çevrede deli olarak bilinen kahraman, kablolarla ses sistemi kurar eviyle mezar arasına. Annesinin sevdiği türkü çalmaya başlayınca düğmeye basar annesinin mezar taşına bağladığı hoparlörden türkü çalmaya başlar. Nedense bu sahneyi anımsattı türkü bana.
Evimiz mezarlığa bitişik olduğundan böyle bir şey yapmak istersem; radyoyu pencerenin önüne koyup sesini açmam yeterli olur. Kablo ve düzenek masrafım olmaz.
Çoğunlukla lokantadan yiyorum. Yemekler pahalı. Nedeni pandemi olmalı. İki kişilik yemek parası ödüyorum. Bir tabak kendime, diğer tabağı başka birine ısmarlıyormuşum gibi ödeme yapıyorum. Diğer arkadaşın parasını ödüyorum ama onu tanımıyorum. Kıymalı pide yaptırıp köye döndüm. Yerken, “varsın öteki arkadaş bir öğün aç kalsın,” diye düşünüyorum. Buzdolabı olmadığından iki öğünde yiyip bitirmeliyim. Yarım pide kaldı. Bitiremedim. Onu, akşam, penceremden görülen bir taşın üzerine koydum. Belgesellerdeki gizli kamera çekimi gibi; ışığı kapattım, perdeyi açıp izlemeye başladım. Belgeselciler kameraları ile deniz aşırı gidip, günlerce, aylarca bekleyip çekim yapalar. Ben hiç yorulmadan, penceremden; tilkiler, köpekler, kediler, tavuklar,kazlar, saksağanlar, kargalar, sığırcıklar, hindiler, serçeler izleyebiliyorum (arslan, fil izleyecek değildim elbet. Bedava izleme ancak bu kadar olur). Biraz sonra bir tilki tedirgin şekilde yemeye başlıyor kıymalıyı. Öyle kibar yiyor ki, sormayın. Her lokmada ağzını, sivri dudaklarını sık sık diliyle temizliyor. Et canlıların en sevdiği yiyecektir. Kokusunu kilometrelerce uzaktan alabilirler. Tilki küçük, sivri çenesi ile kemçük kemçük yerken birden kaçtı. Sebebini biraz sonra anladım. İri bir kangaldan kaçmış. Kangal geldi bir lokmada mideye indirdi kalan kıymalıyı. Vaziyet, doymamıştı. Yalanarak sağa sola bakınırken dışarı çıkıp elimdeki ekmeği göstererek: “geh kuçu kuçu “dedim. Ekmeği gören o heybetli kangal başladı kuyruğunu sallamaya. Öyle bir sallıyor ki gövdesinin arkası kuyruğuna eşlik ediyor. Bir parça koparıp attım. Gittikçe yakına atarak yaklaştırdım. Sonunda havaya atıp havada kaptırmaya başladım. Ekmek parçasını havadayken yakalayıp, “şlap” diye ağzını kapatıp yutuyordu. Bu hareketleri kendisine hiç yakıştıramadım. Ekmek bitti. Sabah kahvaltıda yemeyi düşündüğüm son ekmekti. Çayı koyunca gider ilçeden alırım nasıl olsa.
Kangal, beni nasıl seviyor, nasıl ilgi gösteriyor. İhtiyacını giderdikten sonra sıvışıp giden çıkarcı insanlara benzemiyor. Gelen, geçen, hiçbir tehdit olmamasına rağmen sağa sola havlıyor; “burada karnımı doyuran biri var ve ben artık onu himayeme aldım. Sakın yaklaşmayın, yakarım!” diyor. İki metre uzağıma ön ayaklarını uzatıp yattı. Gözleri etrafı tarıyor…
On beş gün kangalla yedik içtik, samimiyeti iyice ilerlettik.Ertesi gün yola çıkacağım için erken yatmaya karar verdim. Gerek yola çıkmanın verdiği tedirginlik, gerekse erken uyumanın verdiği durumdan mütevellit sabaha karşı saat üçte uyandım. Uyuyamadım. Dışarı çıktım ki, gökyüzü yıldızlarla bezeli. Yastığımı yanıma alıp harmandaki kilimime yatarak gökyüzünü izlemek istedim. Kilimin üzerinde bir karaltı gözüküyordu. Biraz yaklaşınca benim muhafız kangalın uyuduğunu gördüm. Sessizce yanına gitmek tehlikeli olur diye ayaklarımı yere vurdum. Uyanıp başını kaldırdı, “Sen miydin?” der gibi bakıp geri kafasını kilime koydu. Yaklaşınca kilimin yarısından fazlasını kapladığını gördüm. Yanında kalan küçük yere yavaşça uzandım. Hiç tepki vermedi. Vücudumun yarısı dışarıda kalıp dikenler batınca; “Bu nedir ya? Seninki de tam; dağdan gelip bağdakini kovmak. Kilim benim. El kadar yer bırakmış,” kıskançlığı ile köpeği kalçamla ittim. Kızdı, başını kaldırmadan sinirli sinirli hırladı. Bir daha ittim, hırlıtılarla başını kaldırdı, “gündüz hava sıcaktı. Akşama kadar dilim dışarıda, selim sümüğüm aka aka uyuyamadım. Rahat bırak da şu serinlikte biraz uyuyayım hiyerif.” Der gibi baktı. Tehlike altında olduğumu hissettim.
Böyle olmayacaktı. Kilimi almalıydım. Ayağa kalktım. Kilimi iki ucundan tutup hızla çekmeyi, eğer saldırırsa kafasına kilimi atıp kaçmayı düşündüm. Kilimi hızla altından çekince yuvarlandı dört ayağının üzerine kalktı. Uyku sersemi, hiçbir şey yapmadan, bir süre uykulu gözlerle;“Ne olurdu azıcık yatsaydım. Kilimini mi yedik!” der gibi baktı ve “bir daha da senin yanına, yörene gelirsem şerefsizim!” Bakışı atarak, kuyruğu yere paralel halde uzaklaştı.
Artık kilim, sahibinin eline geçmiş, zafer kazanılmıştı. Yastığı koydum sırt üstü yattım. Baktım ki bütün yıldızlar tam tepemde, aynı çocukluğumdaki gibi bezeliydi. Çok mutlu oldum.
Onları izlerken uyumuşum. Kalan uykumu da almış olarak sabah yola çıktım. Dilerim Kangal benim gibi birini daha bulur da aç kalmaz.
Ahmet.kocak16@hotmail.com.