Annem çok kümes hayvanı yetiştirirdi. O nedenle evde her zaman yumurta bulunurdu. Protein, vitamin gereksinimini karşılayan yumurtayı çok severim. Yumurta öyle besleyici bir yiyecektir ki; içinde oluşan civcivi besler, büyütür; tüm içini dolduracak büyüklüğe ulaştırır. Besleyici özelliğine hayran olmamak elde değildir.
Bu öğle yemeğinde haşlanmış yumurta yedim yattım şekerlemeye. Uykuya dalış aşamasında Karabasanım hazırlık yapmaya başlar. Önce bana iki yüz dönüm, içinde meyve, sebze bahçeleri ile büyükbaş, küçükbaş yüzlerce hayvanın olduğu büyük bir çiftlik verir, sevinirim. Bu sevinç beni sevdiğinden değil, ağzıma bir parmak bal çalmak içindir. Uyku halinde olduğumdan tuzağı fark edemem tabi. Sonra bunun acısını kat kat çıkaracaktır. Kırlarda gezerken sekiz on tane dinozor yumurtası buldurur. Hazırlık tamamdır. Şimdi kader ağlarını örmeye başlar…
Yumurtaları çiftliğin girişindeki ahırın pencere önüne bırakıp eve girdim. Yorgunluk atamak için sekiye uzanırım. Uyumuşum; uyku içinde uyku…
Uyanıp bahçeye çıkıyorum. O yumurtalar güneşte ısınınca dinozorlar çıkmış içinden. Çiftlikte olan bitki ve hayvanları yiye yiye büyümüşler. Ne ara büyüdülerse başlarlar beni kovalamaya. Korkudan ağaçlara tırmanıyorum, Pençeleriyle vurup düşürüyorlar. Kan ter içinde yine kaçıyorum. Kaçışım öyle günlük yaşamdaki gibi hızlı değil kaplumbağa hızında oluyor.
Beni yakalayan dinozor ağzında sallayıp karşısındakine fırlatıyor. Diğeri havada yakalayıp bir başkasına fırlatıyor. Eski Türk filmlerindeki iyi adamı kötü adamların vurup vurup birbirlerine göndermeleri gibi bir durum yaşıyorum. Birbirlerine atıp tutarken biri beceriksiz çıkıyor ve beni on metreden aşağı düşürüyor. Düşmemle uyanmam bir oluyor. Hemen pencereden dışarı bakıyor, dinozor arıyorum evin bahçesinde. Birkaç saniye içinde karabasanın etkisinden kurtuluyorum.
Şekerlemeden önce yumurta yememeye karar veriyorum.
Öğle yemeğinde ekmeği çok kaçırıp, üzerine de tatlı yedim. Tabi şekerimin çıkmaması için de insülin iğnemi yapıp yattım.
İğneden olsa gerek yastığa başımı koyar koymaz karabasan başladı. Bir kenar mahallede buldum kendimi. Tek katlı, ahırları olan, etrafa yığılmış tezekler olan bir yer. Kokudan, havlayan köpeklerden rahatsız oldum. Hemen kendimi bu bölgeden uzaklaştırmak için hızlı hızlı yürümeye başladım. Ne tarafa gitsem köy benzeri yerden bir türlü çıkamıyorum. Gittiğim her yönde yol bitiyor geri dönüyorum. İnsanlar esmer, asık suratlı ve düşmanca bakıyorlar. O yüzden onlarla muhatap olmadan dolaşıp duruyorum. Karabasan bu ya; yanıma sekiz on yaşlarında bir çocuk katıyor ki sıkıntım katlansın. Çocuğun benimle ilgisiyle ilgilenecek halde değilim. O da benimle dolanıp duruyor. Taksi, belediye otobüsü, dolmuş arıyorum yok. Yürüyoruz birlikte. Bir de çocuk çıktı başıma. Esmer çatık kaşlı insanlar sinsi sinsi bizi izliyor. Sonunda dayanamayıp birine: “belediye otobüs durağı nerede?” diye soruyorum, yanıt vermeden geçip gidiyor. Sanki beni dışlamışlar gibi. Dini, mezhebi, ırkı için dışlanan insanlar geliyor aklıma. Ne kadar zor bir durummuş. Hava da sıcak. Git git, gittiğin yol bir yere çıkmasın. On beş on altı yaşlarında açık kıyafetli bir çocuk dans ederek yanımız yaklaşıyor, biraz umutlanıyorum. O bize yardım edecek sanıyorum. Genç çocuk yanımdaki çocuğa yaklaştığında çocuk basıyor feryadı. Ne olduğunu anlamaya, çocuğu korumaya çalışırken uzattığım elime şırınga iğnesi batırıyor. O zaman çocuğa ne yaptığını anlayabiliyorum.
İğneden sonra bana bir haller oluyor; dermansız kalıyorum. Çocuğu avutmaya çalışıyorum. Saçlarını okşayıp “bir şey olmaz, korkma” derken ellerinin gittikçe zayıfladığını görüyor endişeleniyorum. Çocuk gittikçe zayıflıyor. Kendimde neler olduğunu bilmeden; “Bir taksi yok mu? Ambülans yok mu? Çocuk ölüyor!” diye bağırıyorum. İnsanlar bize doğru bakıyor ama hiç umursamıyor. Sanki bizim ölmemizi bekliyorlar. İkimiz de birbirimize sarılıp dizlerimiz üzerine çöküyoruz. Çocuk gittikçe zayıfladı, küçüldü. Çok şiddetli acı içindeyim. Bir motor sesi duyuyor o yana bakıyorum. Bir at arabası geliyor. Önüne geçip durdurmaya çalışıyorum. Üzerindeki adam ata bir kamçı vurup yanımdan geçerken bir kamçı da yüzüme vuruyor, uyanıyorum. Uyanınca kamçıyı vuran adamın peşinden koşuyormuş gibi bacaklarımın hareket ettiğini görüyorum. Oturup bacaklarımı tutuyorum, hareketleri duruyor.
Şekerleme den önce ekmek ve tatlı yiyip iğne yapmamaya karar veriyorum.
Yediğim her yemek karabasana dönüşünce, karabasan yapmayan yiyecek de kalmayınca su içip yattım bir gün.
Yastığa başımı koyar koymaz birleri yakalayıp gözlerimi, el ve ayaklarımı bağlayıp helikoptere bindirdi. Helikopter pat pat havalandı.
“Kimsiniz? Ben size ne yaptım? Neye götürüyorsunuz. Bu yaptığınız suç!” diye bağırıyorum kimse duymuyor. Helikopterin iyice yükseldiğini duyumsuyorum. Koluma giren güçlü iki adam beni helikopterden aşağı atıyor. Düşerken Felix Baumgartner adındaki adamın 40 km yukarıdan yaptığı atlayış geliyor aklıma. Onunla duygudaşlık kurmam güzel de onun için yerde fileden geniş bir düzenek kurmuşlardı. Ben ne yapacağım şimdi? Düşüyorum, düşüyorum şiddetli bir çarpma sesi duyuyorum. Denize hızla çarpınca su altında nefessiz kalıp karabasandan uyanıyorum.
Şekerlemeden önce su içmemeye karar veriyorum.
Baktım su içsem karabasana yarıyor. Artık öğle uykusu uyumamaya karar veriyorum. Karabasan olmayan; tatlı rüyaları olan uykular diliyorum herkese.
ahmet.kocak16@hotmail.com
