Babamın memur olduğu Hasbek nahiyesindeyim. Ağustosun sıcağı başlamış. Kısa pantolon ve ince gömlek giymeme rağmen gölgede bile sıcaktan bunalıyorum. İlkokul üçten dörde geçtiğim yaz tatilindeyim. Yavaş yavaş mahallede tavuk menzilinde geçen çocukluğumun kabuğunu kırıp, daha uzakları keşfetmek için can atıyorum. Memur çocuğu olmanın verdiği avarelik canıma tak demiş. Kafadar birkaç arkadaşla bizim için; balta girmemiş ormanlarla kaplı, gizemli, korkunç, ayıların kurtların cirit attığına inandığımız bahçelikler ve içinden aktığı Kanak suyuna doğru yola çıktık. Otların arasında her duyduğumuz sesi yılan geçiyor sandığımız, sonra bir kurbağanın bizden korkup kaçtığı yıllar. Babamın memur olduğu Hasbek nahiyesindeyim. Ağustosun sıcağı başlamış. Kısa pantolon ve ince gömlek giymeme rağmen gölgede bile sıcaktan bunalıyorum. İlkokul üçten dörde geçtiğim yaz tatilindeyim. Yavaş yavaş mahallede tavuk menzilinde geçen çocukluğumun kabuğunu kırıp, daha uzakları keşfetmek için can atıyorum. Memur çocuğu olmanın verdiği avarelik canıma tak demiş. Kafadar birkaç arkadaşla bizim için; balta girmemiş ormanlarla kaplı, gizemli, korkunç, ayıların kurtların cirit attığına inandığımız bahçelikler ve içinden aktığı Kanak suyuna doğru yola çıktık. Otların arasında her duyduğumuz sesi yılan geçiyor sandığımız, sonra bir kurbağanın bizden korkup kaçtığı yıllar.Kanak’ın kenarına geldik. Akarsuyun kenarından berrak suda yüzen balıkları izliyoruz. Zamanla ileri daha ileri gidip etrafı keşfetme isteğimize gem vuramıyoruz. Bir yandan da kaybolma tehlikesi de içimizden geçip bizi ürpertiyor. İlerde biri zaten azalan suyun önüne taşlar ve çim kesekleriyle bent yapıp suyunu da bitişikte olan kavaklığına doğru yönlendirmiş. Hava sıcak ve yaklaşık otuz metrekarelik bir havuzla karşılaşmışız. Suya girip serinlemek isteğimize engel olamayıp giysilerimizin tamamını çıkarıp gölete girdik. Su kimi yerde dizimize, kimi yerde göbeğimize geliyor. Başladık suda yüzmeye(?) Hiç birimiz yüzme bilmiyoruz, yüzme taklidi yapıyoruz. Biri, “bakın lan oğlum ben nasıl yüzüyorum.” diyor hepimiz onu izliyoruz hayranlıkla. Halbuki biliyoruz ayakları ile tabanda yürürken yukarıdan kolları ile yüzme taklidi yapıyor. Ben de “bakın” deyip yüzme maharetimi sergiledim. Çok mutluyuz. Suda dalgalanmalar yaparak bendin yavaş yavaş yıkılmaya doğru gittiğinin farkında değiliz. Birden yetişkin birinin bağırtılarla bize doğru geldiğini görüp irkildik. Suyun içine oturup sadece kafalarımız dışarıda gelen kişiyi bulmaya çalışıyoruz. Nihayet adam geldi. Bendi yapan, kavaklığın sahibi Süleyman ağabey. Nasıl kızıyor, nasıl bağırıyor! Korkudan onun tersi yönde toplaştık. Adam bize koca koca taşlar fırlatıyor. Hem suyun soğuğundan hem de korkudan tir tir titriyoruz. “ Çıkın hemen sudan şerefsizler! Bendimi yıkacaksınız.” diyor. Çıksak hem bizi döver, hem de pipilerimizi görür diye çıkamıyoruz. Adam yine öfkeyle bağırarak taşlar atmaya devam ediyor. Bakıyorum taşları bize vurmak için değil korkutmak için atıyor. Taşlar bize değmiyor ama sıçrattığı sular, yarattığı dalgalar bizi dövüyor. Adam baktı bizim sudan çıkmayacağız o da elbiselerimizi (Erol Taş gibi kahkahalar atarak) birer birere suya atıyor. Eyvahlar olsun elbiselerimiz de ıslandı! Şimdi ne yapacağız? Pantolon ve gömleklerimiz göletin içinde ceset gibi yüzmeye başlıyorlar. Süleyman başka bir acele işi olmalı ki yanımızdan ayrıldı. Belki bir yere saklanmıştır diye bir süre suyun içindeki güvenli bölgemizde bekledik. Gittiğine kanaat getirdikten sonra yine yüzmeye dalgalar yaratmaya devam ettik. Nihayet bent dayanamayıp uçtu. ‘Sular yükselince balıklar karıncaları, sular çekilince de karıncalar balıkları yermiş’ sular çekildi biz açıkta kaldık balıklar gibi savunmasız. Zorunlu olarak giysilerimizi alıp hepimiz karşı kıyıya çıktık. Suda çok beklemekten el ve ayak derilerimiz beyazlaşıp, buruşmuşlar. Giysilerimizi sıkıp çalıların üzerine serdik. Kendimizi de güneşli bir bölgeye serdik. Hepimizin pipileri de ellerimiz gibi buruş buruş olmuş, soğuktan morarmış, içine çekilip tek delikli, mor birer gömlek düğmesine dönmüştü. Güneşte ısındıkça, ellerimiz, ayaklarımız ve pipilerimiz yavaş yavaş normale döndüler. Giysilerimiz de ala ıslak hale gelince giyip ikindiye doğru evlerimize doğru yola çıktık. Eve yürürken yolumun üstündeki Süleymanların damından müzik sesi duydum. Geriye çekilip baktığımda bir grup gencin damda pikap çalıp müzik dinlediklerini gördüm. Damın etrafını dolanarak engin bir yerinden, üzeri küçük mavi çiçekler açmış otlarla dolu dama çıkmayı başardım. Çok açılmış müzik sesi arasında sessizce yanlarına oturdum. Süleyman’ın küçüğü olan Ragıp saçlarımı okşadı. Bu, “ hoş geldin” anlamına geliyordu. Çocukluk güzel bir şey! Sen Süleyman’ın bendine gir, onu adamakıllı kızdır. Sonra da evlerinin damına çık otur. ‘Beni burada yakalar da döverse’ diye düşüneme. Plak bitti arkadaşları ile konuşmaya başladı Ragıp, “Ya Arif işte böyle. Askere gittim orada ölümcül bir hastalığım olduğunu keşfettiler. Aylarca tedavi gördüm hastanede. İyileşemeyince de, ‘üç aylık ömrün kaldı. Git memleketine ailenle son günlerini geçir’ diye beni terhis ettiler.”dedi. Ben hayretler içinde kaldım duyduklarımla. “Üç aylık ömrün kaldı. Git son günlerini ailenle geçir!” bu nasıl bir laf? Ya Ragıp sen böyle korkunç bir şeyi,”Yarın ilçeye gitmem lazım” rahatlığı ile nasıl söyleyebiliyorsun? Arkadaşları gibi ben de artık Ragıp’a acıyarak bakmaya başladım. Biraz sonra Süleyman elinde tepsi ile yanımıza geldi. Ben onu görünce; yaptığımın büyük bir hata olduğunu anladım ama yerimden kıpırdamadım. Ragıp ölüyordu ve ben Süleyman’dan yiyeceğim iki tokadı mı düşünecektim? Yine de köşeye sıkışmış, pençelerini çıkarmış, dişlerini gösteren kedi moduna geçtim. Süleyman tepsiyi yere serilmiş sofra bezine bırakırken “ Lan! Ahmet, bin bir emekle yaptığım bendi yık. Sonra da gel bizim damda otur. Bu ne cesaret! Cesur musun, yoksa beni mi adam yerine koymuyorsun?” deyince ben de içimden; “ne cesurluğu lan? Unuttum gitti bendi!” diye geçirdim. O sıra Ragıp,” Abi elleme çocuğu!” deyince Süleyman da Ragıp’ın beni karşıladığı gibi kahkahalarla saçlarımı okşadı. Böylece artık Süleyman’dan yılın yılın kaçmama gerek kalmadı.Ragıp’ın arkadaşları gelen çökelek ekmeklerini çay eşliğinde yemeye başladılar. Ragıp ağabey bana da bir çay verdi. “ Hadi sen de ye koçum!” dedi. Ben çayı aldım. Ama duyduğum şeyler -çok aç olmama rağmen- bende iştah bırakmamıştı. Pikaba bir plak koydu ve iğneyi plağın dışındaki boş bölüme bıraktı. Plaktan ses yerine bir süre hışırtılar geldi ve şarkı başladı. Orhan Gencebay’ın yeni çıkan plağından “ Batsın Bu Dünya” çalıyordu. Bir yandan Ragıp çayından yudum alırken sigarasından derin bir nefes çekip uzaktaki tepelerde bir şey görmüş gibi bakıyordu. Sonra “ Bir Teselli Ver” çalındı plaktan. Sesi sonuna kadar açılmış plağı dinleyen herkes Ragıp’ın haline arabesk müzik eşliğinde üzülüyordu. O damın üzerinden müzik sesi yerine herkese bulaşan bir dram akıyordu. Ben üç ay sonrayı düşünüyordum sıcak çayımı içerken. ‘ Şimdi Ağustos demek ki Ragıp Kasım ayında ölecek!’ Anne tarafından uzak akrabam olan, günden güne zayıflayan Ragıp’ı zaman zaman ziyaret ettim. En son Kasım ayında yatağa düşmüş, yemeğini ve ilaçlarını yardımla alacak hale gelmişti. Doktorların dediği gibi karlı bir kasım gününde Ragıp öldü! Cenaze törenine tüm köy halklı gibi ben de katıldım. Cenazesi iskelet haline gelmişti. Ragıp’ı toprağa verdikten sonra altmış yaşıma kadar Ragıp hiç aklıma gelmedi. İnsan yaşamı ne kadar garip değil mi Ragıp’ım? Sen altmışlı yıllarda gencecik yaşında ölüyorsun. Aradan elli yıl geçiyor. Biri senin hiç göremediğin, duymadığın bilgisayar denilen bir aletin klavyesini alıyor önüne ve başlıyor seni yazmaya. Sen toprak oldun çoktan ama sana mektup yazıyor biri. Uludağ’ın eteklerindeki evinin penceresinden lapa lapa kar yağarken biri seni düşünüyor, “Hey gidi günler hey!” diye iç geçirerek. Esmer yakışıklısı yüzünü, kara gözlerini, kalın kaşlarını, uzun ince vücudunu, güzel ve hüzünlü gülüşünü… anımsıyor. Dünya dediğimiz yer ne acayip bir yer değimli Ragıp?..