Anasayfa / Köşe Yazarları / HAYAL BU YA!..

HAYAL BU YA!..

Sarıkaya Ortaokulu’na başlayan: 1-A, 1-B, 1-C, 1-D sınıflarında okuyan yüz elliye yakın öğrenci yeniden bir araya gelse. Ahmet Kılıç arkadaşımız yeniden okulumuzun kapılarını bize açsa. Hocalarımızı da çağırsak, ( Ölenler de dahil, hayal bu ya!) onlar bize yeniden ders anlatsalar. Sarıkaya Ortaokulu’na başlayan: 1-A, 1-B, 1-C, 1-D sınıflarında okuyan yüz elliye yakın öğrenci yeniden bir araya gelse. Ahmet Kılıç arkadaşımız yeniden okulumuzun kapılarını bize açsa. Hocalarımızı da çağırsak, ( Ölenler de dahil, hayal bu ya!) onlar bize yeniden ders anlatsalar.Turan Kayar’a :” Sizi Yüce Rabbim çocukları dövsün diye mi yarattı? Bu ne disiplin? Bu çocuklar senin izlerini ömür boyu atamayacaklar üzerlerinden. Askerlikten ayrılmışsın diyorlar. Keşke orada kalsaydın da bu güzelim nesli ezemeseydin. Teneffüste tuvalete girmeye çalışan garibanın birinin iki yüzüne sebepsiz, olanca gücünle iki tokat atıp, parmaklarının izini neden çıkardın da bir hafta öyle gezdirdin garibimi! Senden dayak yemek için suç işlemeye gerek yoktu, elin öyle alışmıştı, Neden? Boş bir derste yeni öğrendiği; karikatür gibi resim yapıp, yanına konuşma balonu çıkarıp komik şeyler yazarak, eserini arkadaşlarıyla paylaşmak isteyen sanatçı ruhlu birini, sınıf başkanı Lütfi’nin ispiyonlamasıyla odana çağırıp, işinle uzun süre meşgul olduktan sonra, tepeden bakarak:” “Senin adın ne? Kaç tane zayıfın var? Dört tanecik mi? Demek dört tanecik zayıfın var? Sen bir de resim yapıyorsun ha! deyip, ardından çocuğu odanın içinde dört döndürerek dövdün. Çocuk da can havliyle kapı kolunun -Allah tarafından- eline gelmesiyle kendini dışarı atıp, okuldan kaçtığı sırada ardından, neden hiç gülmeyen adam kah kahkahalarla güldün?  Tuvalette üstü açık üç odadan da yukarı doğru sigara dumanı çıkarken tuvalete girdin. Kapıları tıklatıp’ hop! ‘diyene bir daha tıklatıp”Hop dedik ya la it oğlu it! Çıkarsam ananı bellerim!” dedirtip, bu olayı ilgiyle izleyen bana; sus işareti yapıp elinle sert bir şekilde git demen ve benim de;” dur bakalım ne olacak?” gitmeden kenardan izlememe sebep olman. Kapıya vuranı dövmek muradıyla dışarı hışımla, yarı çekilmiş pantolonlarıyla çıkardığın öğrencileri, sus işareti ile kolundan tutup hızla yana çekip bekletmene, diğer odalardaki çocukları da dışarı aldıktan sonra attığın dayaklara dayanamayıp görmemek için uzaklaşmamı!…” diyebilmeye cesaret edebilsek.Bedenciye “ Hocam bu ne kadar sertlik, biraz da bizi dövmek yerine sevmeyi deneseniz.(Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim. İlkokul bire kayıtsız olarak devam ettiğim; beş sınıfın bir arada, dam bir odada,  Ilısu’da sınıf öğretmenim olan, sonradan beden eğitimi dersimize giren hocamızdan bir fiske dahi yemeyen ender öğrencilerdendim.) Size, sınıfa girerken ceketinin önünü saygıyla toplayıp” buyurun!” diye reverans yapan bir öğrencini neden adamakıllı dövdün ki? Girdiğin Beden Eğitimi dersi, çocukları dinlendirsin diye konmuştu. Siz matematik dersiymiş gibi önem atfedip, Müdürden el almış gibi, ders sırasında birçok çocuğu adam akıllı dövüp, başarısız olmalarına, belgelenip öğrenim hayatlarını sonlandırmaya hakkın var mıydı? “ diye sormaya cesaret edebilsek.Türkçe öğretmenine: ”Sıfıra vurulmuş kafalarımızı tersine sıvazlamasanız, sıvazlarken de “Mantıcı” demeseniz. Hoşumuza gitmiyor bilesiniz. Sürekli tıkalı olan burnunuzu açmak için, dakikada bir “ kıh!” demeseniz. On Kasım Atatürk’ü Anma töreninin sessizliğinde; spor salonunda birinin sizin “kıh’ınızı” biri gülüyor sanıp, ‘pıh’ diye hafif gülmesinin ardından birkaç kişinin daha koro halinde ‘pıhhh’diye hafif gülmesiyle; bir öğrencinin, yersiz kahkahalarının tam saygı duruşunun orta yerinde yankılanmasında sizin burun temizlemenizin sebep olduğunu, boşuna çocuğun kulaklarını çeke çeke morarttığınızı!” söyleyebilsek.Biyoloji öğretmenine: ”Bu kadar sigara içmeseniz hocam yeşil gözlerinize yazık! Siz ne kadar naif bir öğretmendiniz. O kargaşa dolu yıllarda sınıflara girip sakinliğinizle sakinleştirmeniz ne kadar güzeldi. Kimseye bir fiske vurduğunuz görülmemiştir.” desek.Müzik Hocamıza: “Bize “eşek çobanları” demeseniz, gücümüze gidiyor. Koyun çobanları deseniz biraz katlanılır.” diye sitemde bulunsak.Diğer Hocamız sizden daha iyi mandolin çalıyor, hem o marşlar da biliyor.” desek.Resim hocamıza :” Hocam Fötr şapka ve bıyığı kendine bu kadar yakıştıran biri daha var mıdır Türkiye’de? Resim dersimize girerdiniz de ‘ bu derse beni kim soktu layn!’ der gibi gezerdiniz sınıfta. Herhalde İlçede birkaç tane olan Anadol arabanıza bir an önce binip; birinci viteste, gaz vermeden yavaş yavaş ilçenin toprak yollarında gezintiye çıkmak isterdiniz. Hocam bundan sonra o arabaya binmeyeceksiniz. Sıra ile önce arabası olmayan öğretmenler, ardından da size heveslenen öğrencileriniz binecekler.” desek, nasıl bakardı yüzümüze kim bilir?Coğrafya hocamıza: ” Bize ‘evladım’ diye hitap etmesinin çok hoşumuza gittiğini” söylesek. Yine bize gevrek gevrek ‘evladım’ dese.Tarım Bilgisi hocamızı uyuz etmek için hepimiz kurşun kalemlerimizin arkasını kemirsek. O ‘ da bize :” Vatan haini! O kalemi kemirdiğini bir daha görmiiyim! Kalem bir milli servettir!” diye bağırsa iri cüssesi ve önü birinci iliğe ikinci düğme ilikli ceketiyle..Sosyal Bilgiler hocamıza :” Bu güzelim ilçeyi politize etmeseniz, Anadolu’da böyle bir ilçe vaha gibi kalsa. Çakısıyla sıranın üzerine bıçakla kazıyarak hayvan resmi yapan çocuğu disipline verip, karşıya ibret-i alem için çıkaran okul müdürü ile öğrencilerin içinde ağız dalaşına girmeseydiniz, size hiç yakışmadı bilesiniz. Keşke tartışmanızı baş başa iken yapsaydınız. Sizce o masayı çizen çocuk; zaten yoksul olan, sıra bulamayan ülkeye zarar vermemiş midir? Çok seviyorsa kağıda çizseydi.” diyebilsek vatan haini damgasını yemeden.Kimyacıya:” Hocam fizikten kimyadan yazılı sorularını verip neden masanızda gazete okuyordunuz? Yine en iyi ellibiri siz mi oynuyorsunuz?” desek .Sert matematikçiye:” tahtaya formüller yazarken arkanız dönük, yaramazlık yapan çocuğu nasıl bulup güzelce ıslatıyordunuz? Yoksa camlı Atatürk resmi mi size aynalık yapıyordu hocam?” diye sorsak.Derslerde devamlı parmak kaldırıp ders anlatan öğrencilere:” Bundan sonra siz ders anlatmayacak, tahtaya kalkmayacaksınız. Bundan sonra  tahtaya hiç çıkmayan öğrenciler ders anlatacaklar” desek. Onlar anlatsa diğerleri dinlese.( Zaten o yıllarda çok ders anlatıp, çok konuşanlar ileriki yaşlarında konuşma konusunda doyuma ulaştıklarından olsa gerek suskunluğa büründüler. O günlerde konuşamayanlar konuşmaya başladı ileriki yıllarda. Zira onlar büyük bir konuşma isteği ve arzusundaydılar, içlerinde bir ukde kalmıştı, şekil 1 a da görüldüğü gibi.)Sınıf başkanı 1’e:” Yüce Rabbim seni sınıf başkanı olsun diye yaratmış. Zaten sen de sınıf başkanlığından genç yaşta emekliliği hak ettin; bir daha okumana da, bir işte çalışmana da gerek kalmadı.” desek.Sınıf başkanı 2’ye:” yaşının büyük olması nedeniyle sınıf başkanı olmuştun. Orta ikideyken çok gür sakalların vardı. Günlük tıraş olurdun. Ben öğretmenliğe başladığım yıl tıraş olmaya başlamıştım. Sen de bu başkanlıktan pek hoşnut değildin, sık sık sızlanırdın. O bahsedilen resmi Müdür Turan Beye veren de sendin. Ortaokuldan sonra kayıplara karıştın, bir daha görülmedin. O cafcaflı günlerdeki gibi belleklerimizde kalmak istiyordun zahir!” desekSınıf başkanı 3’e: Kendi kara, takım elbisesi kara, kravatı kara, ayakkabısı kara, gömleği kara, gömlek düğmeleri kara, ayakkabısı kara, çorapları kara, çorabındaki desenler kara, bahtı kara idin. Hepsinin başkanlığı bitti  seninki hala devam ediyor. Kimi görse hala numarası ile hitap edersin. ” Hoş geldin 343 Ahmet, nassın?”… gibi kadrolu sınıf başkanlarına:”Siz bir daha sınıf başkanı olmayacaksınız. Hiç sınıf başkanı olamayan yüzlerce çocuk var. Biraz da onlar yapsınlar.“ desek.İspanyol paça pantolonun altına topuklu ayakkabı giyip çevrede en güzel halayı çeken Şevket Kahraman’a:” Öyle yağma yok Şevket! Bundan sonra İspanyol paça(35cm) pantolonlarının altına topuklu ayakkabıları çekip halay çektiğini görmeyelim. Bu kadar hava attığın yeter! Biraz da diğer arkadaşların giysin ve çeksinler güzelim halayları.” demeli, Şevket halaya başlamadan acele. Yoksa halaya başlarsa kimse durduramaz O’nu.Duran’a: “Duran bak kardeşim en güzel şapkanla, jilet gibi takım elbisenle her gün sinekkaydı tıraşınla hava attığın yeter! Bundan sonra o şapkayı da, o takımları da sen giyemeyeceksin! Diğer arkadaşların imreniyorlar. Biraz da onlar giysinler.”deyip, Duran’a herhangi birinin elbisesini, ay yıldızı kırık, sarı şeridi yerinden çıkıp sarkmış bir şapka giydireceksin sert okul müdürü ile Baran Caddesi’nde karşılaştıracaksın…O ceza O’ na yeter!Soyadını hatırlayamadığım Haysiyet Divanı Başkanı’na:( Adamda, o yaştaki unvana bakar mısınız?):” Başkan bak, tamam anladık Haysiyet Divanı Başkanısın. Memleket için çok yüce bir görev(?) küçük yaşta omuzlarına binmiş. Seni çok iyi anlıyorum. Ancak, görevini bu kadar titizlikle yerine getirmene gerek yok. Sen de bir öğrencisin unutma! Hiç fire vermeden bütün sinemaya gidenleri yazma. Ne güzel tüm filmleri beleş izliyorsun daha ne istiyorsun? Bazen gözünden kaçanlar olsun,” diyebilsek cesaret edip de. Yoksa yine bizi yazmasın!..Haşmet Polat’a: “Bak Haşmet tamam anladık güzel bir sesin, hemen şarkıya başlama iştiyakın var. Ancak, senden başka da ‘akşam olup hüzünlenmek isteyenler’ olabilir. Tamam, Ahmet Koçak söylemesin. O’nun sesi kötü de, hepsinin mi sesi kötü? Vardır elbet koca sınıfta sesi güzel olan, şarkı söylemek isteyenler. Biraz da onlar söylesinler.” diyebilsek Haşmet’in haşmetinden korkmadan.Sarıkayalı adını bilmediğim sarhoş adama:” Be hey Allah’ın sarhoşu neden içip içip sarhoş oluyorsun da, Sarıkaya sokaklarında naralar atarak insanları tedirgin ediyorsun? Sarhoşluğunu mutlu mutlu evinde yaşamıyorsun? İnsan evinde içkisini içer, Orhan Gencebay’ı açar, bir de muhabbet edeceği arkadaş bulur, muhabbetini yapar hayvan! Hiç mi Aydın Boysan okumadın, dinlemedin. Adam rakı içmenin adabını anlatıyordu tatlı tatlı. Bir gece, Sarıkaya’nın ortaokuluna giden öğrencilerinden otuz kırk kadarı, eski terk edilmiş hamamlarının kapısı olmayan tahta soyunma odalarında anadan üryan soyunup, zifiri karanlıkta mutlu mutlu, dize kadar gelen sıcak suda yıkanırlarken sen sarhoş naralarla hamamın duvarlarına koca koca taşlar atarak o çocukların paniklemesine sebep oldun. Zavallılar canlarından kıymetli elbiselerine yöneldiler doğal olarak senin korkundan. Alel acele elbisesini göğsüne basan panikle hamamı koşarak terk etti. Hoş elektrik olmayan sokaklardan evlerine kadar anadan üryan koşmalarında bir sakınca yoktu. Lakin, lüx lamba ile aydınlatılan kahvelerin penceresinden bakan zavallı Sarıkaya sakinlerinin gördükleri manzara onlara ölene kadar yetmiş olmalı! Düşünsenize kahvenin penceresinden bakıyorsunuz; elbiselerini kucaklamış, on birle yirmi yaş arasında gençler anadan doğma, ışığın vurduğu beş metre karelik alanda bir görünüp bir yok oluyorlar, çekirge sürüsü gibi dağılıyorlar. Be hey sarhoş! Tamam o çocuklara acımadın da, kahvede kendi halinde oturan o zavallı kahve sakinlerine de mi acımadın? O görülen manzara unutulur mu?” diye sarhoşa çıkışsak.Hep kantinci öğrenciye:” Bak kantinci çocuk, biz seni sever sayarız ama hep kantine bakmak olmaz. Bu okulda yüzlerce öğrenci var. Eminiz hepsi de sana gıptayla bakıyor ve senin yerinde olmak istiyordur. Gel kabul et kantine biraz da başkaları baksın. Bir başka çocuk bisküvileri kantinden  kapıp ağzına tepe tepe kaçsın sınıfa doğru. Onlar da macera yaşamak isterler doğal olarak. Onlar da teftiş sırasında sıraların üzerinden atlayıp genç kimyacıyı kadın öğretmeni şoka sokmak isterler belki. Hadi inat etmeyin ilerde çocuklarına, torunlarına anlatacak o garibanların da anıları olsun.” desek acep kabul ederler mi?Üçüncü okul müdürüne; ” Hiç gülmeyen, ciddiyet abidesi, benzi bembeyaz müdürden sonra; meşhur pazartesi ve cuma akşamları toplanmalarımızda espriler yapan, yüzü gülen ilk müdürümüz oldunuz ve bize ilaç gibi geldiniz. Evlerde gece araması yapmıştınız da bazı evlerde hırsızlık malları bulunan o çocukları disipline verip karşıya çıkartmıştınız. Orada (hep kuruyan dudağınızı, sık sık yalayarak ıslatırdınız.)  muzip muzip gülerek :” Lan oğlum tamam anladık bazı yiyecek, odun vs. çalmışsınız da, o evdeki erkek tay da neyin nesi?” diye sormuştunuz. Hakikaten o erkek tayı neden evlerine sokmuşlardı? Siz anlaya bildiniz mi?” hocamdiye sorsakErzurumlu Edebiyat hocamıza:” Sizin kadar iştahlı ders anlatan, anlatırken ağzından köpükler saçan, sesini duruma göre bir yükselten, bir alçaltan enteresan bir hocamız hiç olmamıştı. Neydi o Hallacı Mansur’un başına gelenler? ‘ düşmanın attığı taş değil de dostun attığı gül yaralar beni’ demeler,failatün failünler!… tarikatlar, medreseler, Yunus Emre’ler, Mevlana’lar, daha bilmem neler neler… Öğrencilik hayatımızdan rüzgar gibi geçip gittiniz!” desek, yine kükrer miydi o en gür sesiyle?Milli Güvenlik dersimize giren  yüz başıya: “ Komutanım, madem bir haftada dört yüz sayfalık Milli Güvenlik dersi bitirilip sınıf geçiliyorsa, biz neden dört ay askerlik yaptık? Askerliği de bir haftada bitirseydik de çocuklar öğretmeniz kalmasaydı. Hem devletin karavanası boşa harcanmamış olurdu. Ne yiğit bir komutandın! Boyunla posunla, sesli bir şekilde genzini temizlediğin balgamını arka cebinden çıkardığın mendilin arasına tükürüp cebine koymanla enteresan bir komutandın. Biz bir yüzbaşıyı ilk kez sende görmüştük” desek. Bize bağırarak; “rahat!”, “ hazır ol!” çeker miydi?Bir sınıf arkadaşımıza: “ Hani bahçeliklerde kovalaşıp yorulmuş bir söğüt ağacının altına oturmuştuk da sen: ”Biliyor musunuz? Bu altında oturduğumuz ağaç tarihi bir ağaçtır. Adı da Zatülenver’dir” demiştin. Sonra Türkiye’nin en yaşlı, en büyük ağacı olduğunu ve Yavuz Selim’in İran seferine giderken ordusunun öğle yemeğini bu ağacın gölgesinde yedirdiğini eklemiştin. Biz ağacın büyüklüğünü anlamak için iki kişi kucağımızla ölçüp:” Anam! Tam ikimizin kulacı kalınlığında!“deyip senin bu engin(?) bilgine hayran kalmıştık. Otuz beş yaşıma kadar o ağaç, benim belleğimde Türkiye’nin en yaşlı ve en yüce ağacı olarak kaldı. Ta ki; Bursa İnkaya’daki tarihi çınarı görünceye kadar. Senin Zatülenver gibi yüz ağacı içine alacak büyüklükteydi. Yirmi kişi kulaçlarıyla gövdesini dolanabiliyordu. Bir küçük dalı bile bizim ağaçtan büyüktü.” desek de bize olan bitenin doğrusunu bir bir anlatsa.Meçhul bir öğrenci arkadaşımıza:”Tek Mehmet’in dükkanında yirmi beş kuruşa çeyrek ekmek çaman sırasındayken kargaşa içinde çaman ekmeğini aldın. Ardından yirmi lira verdim deyip para üstünü istedin. Mehmet Emmi de ne yapsın kalabalıktan bunalmış, sana para üstünü verdi çaresiz. Afiyetle yerken ben sana:”Sen yirmi lira vermedin. Hem bedava çaman ekmek aldın. Üstüne üstlük bir de diş kirası on dokuz lira yetmiş beş kuruş aldın.” dedim.”Bana, sus lan Ahmet! Ben kalabalık olunca hep böyle yaparım. Bazen on lira, bazen beş lira verdim der para üstü alırım. Sakın Mehmet Emmi’ye söyleme.” demiştin. Türkiye’de son otuz yıldır yaşanan; Kombasan, Yimpaş, Jet-Pa ve son günlerde yaşanan Çiftlik Bank, Anadolu Farm…olaylarında senin de parmağın var mı?” diye sorabilsek…Çocukluk ve öğrencilik yıllarımızı yazarken; hem gülerim, hem hüzünlenirim, hem de tüm arkadaşlarımı, öğretmenlerimi hatırlamanın mutluluğunu duyarım. Yukarıdaki her harfte büyük emekleri olan tüm öğretmenlerimizi sevgi ve saygı ile anıyor, önlerinde saygı ile eğiliyorum. Sonradan meslektaşlarım olan; eleştirdiğim, övdüğüm tüm öğretmenlerimden meslek hayatımda çok faydalandım. Öğrencilerine sevecen yaklaşan, bizi yüreklendirici şekilde sırtımızı tıpıklayanlar gibi ‘ marifet iltifata tabiidir’ deyip, öğrencilerime yüreklendirici davrandım. Bizi döven, baskı uygulayan öğretmenlerimizin yaptığını yapmadım, faydalandım. Onların yanlışlarından dört yıl üniversitede sadece pedagojik formasyon almış bir bilgi birikimiyle mesleğime başladım. Kim bilir benim de, Türkiye’nin ve Dünya’nın dört bir yanından binlerce öğrencimden biri benim gibi anılarını yazar da benden övgüyle söz eder belki. Ölenlere rahmet, yaşayanlara sağlıklı uzun ömürler diliyorum…

Hakkında Mustafa TEK

Ayrıca bakın

YUNANİSTAN GEZİM-3

Kavala’da arabamla bir tur attım. Tarihi kentin dar ve güzel sokaklarında dolaşmaya başladım. Buradaki insanların …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.