Orta ikide okurken köye gidip bir hafta sonunu annemin yemeklerini yiyip, hasret gidererek geçirdim. Pazar sabahı, sabah beşte ilçe pazarına giden kamyona bindim. Neden kamyonlar çevre köylerden insanları o kadar erken alıp ilçeye getiriyordu da saat sekizde dokuzda getirmiyordu bilemiyorum. Sarıkaya’da her gün çevre köylerden sabah erken saatte gelen insanlarla gün başlardı. Gün doğmadan; caddeler, sokaklar, kahveler, lokantalar dolar, pazarcılar da akıntıya kapılıp tezgahlarını erkence açar, satacağı mallarını tahta tezgahlara dizmeye başlarlardı. Orta ikide okurken köye gidip bir hafta sonunu annemin yemeklerini yiyip, hasret gidererek geçirdim. Pazar sabahı, sabah beşte ilçe pazarına giden kamyona bindim. Neden kamyonlar çevre köylerden insanları o kadar erken alıp ilçeye getiriyordu da saat sekizde dokuzda getirmiyordu bilemiyorum. Sarıkaya’da her gün çevre köylerden sabah erken saatte gelen insanlarla gün başlardı. Gün doğmadan; caddeler, sokaklar, kahveler, lokantalar dolar, pazarcılar da akıntıya kapılıp tezgahlarını erkence açar, satacağı mallarını tahta tezgahlara dizmeye başlarlardı. Aralık ayının sonları, yılbaşı kutlamalarına birkaç gün var. Ben kamyona binerken annem yanıma ayağı bağlanmış, benim gibi tatlı uykusundan uyanmış, şaşkın erkek bir hindi de koydu. Çok tavuk, kaz, hindi yetiştirirdi annem rahmetli. Yılbaşı yaklaşınca iyi para eden erkek hindiyi satıp harçlık edecektim.Pazar kurulmuştu. İlk sanayinin oralarda -sanki- kümes hayvanlarının satıldığı bir bölüm vardı. Yerdeki karları ayağımla temizleyip hindiyi yere yatırdım. Etrafta hindi satanların hindilerine bakıp, benim hindim iriliğinde olanlara kaç lira istediğini sorarak kendi hindimin fiyatını tespit ettim. Yüz liraya satacaktım. Yüz lira edecek hindimi soranlara “yüz lira” diyordum pazarlık payı koymadan( acemilik işte). Onlar da pazarlıkla fiyatı indirmek istiyordu doğal olarak. Kamyonla yolculuktan olsa gerek hindim hareketsiz, tepkisiz yatıyordu yerde. Kırk yaşlarında bir adam geldi benimle sıkı pazarlık etti. Ben doksan istiyorum O yetmiş veriyordu. Sonra diğer hindileri dolaştı. Tekrar benim yanıma geldi. “Yetmiş vereyim yeğenim. Hem senin hindi zaten hasta” dedi. Ben, yolculuktan olduğunu söyledim. Doksan istemeye devam ettim. Adam: “Ula ula culuk ölüyor! Mundar gidecek!” diye bağırarak benim hindiyi kıbleye doğru çevirdi, “bismillah” deyip kesti. Ben neye uğradığımı şaşırdım. Etrafta olayı izleyen büyüklerden medet umar gibi yüzlerine bakıyorum, onlardan ses gelmiyordu. Beklemediğim bu olay karşısında ağlasam mı, gülsem mi bilemedim. “Al yeğenim yetmiş liranı. Sen talebesin bedavaya gitmesin diye veriyorum bu parayı. Yoksa mundar gidecekti “ dedi parayı elime tutuşturup hindinin kesik kafasını sallayarak aldı gitti. Arkasından baka kaldım.Zaten acıkmıştım yakında olan evime gittim. Kahvaltımı yapıp pazarda gezmeye, ihtiyaçlarımı almaya gittim. Pazardan dönüşte elimde poşetlerle geri kümes hayvanları satılan bölgeye geldim. Benim hindiyi kesen adam hindimi yoldurup temizletmiş, bir memurla pazarlık ediyordu. Pazarlık sonucu yolunmuş temizlenmiş hindiyi yüz on liraya sattı. Parayı destesi ile cebine koyup uzaklaştı. Adam kocaman biriydi ve benim elimden bir şey gelmiyordu. Boğazıma yumruk düğümlenmiş vaziyette evimin yolunu tuttum…Lise yıllarımda ilk ineğimiz “Sarı inek” yıllar içinde çok yavru yaptı. Tosunları köye gelen celeplere sattık. Dişi olanlar evde kaldı. İnek sayısı da dördü bulunca sarı ineği satmamız gerekti. Çünkü; yem bulmak sorun oluyordu. Annem ineği satmamı söyledi. Küçük kardeşimle ineği sabah köyden yürüterek bin bir müşkülatla mal pazarına getirdik. İlk defa inek satacağımdan ipini kardeşime vererek pazarı dolaştım. Mal pazarında çeşit çeşit mallar vardı. Kimisi iri, kimsi ufak, kimisinin boynu kalın kimisinin ince, kimisi bakımlı tertemiz, kimisi üzerinde ahırın pisliği ile gelmiş, kimi ürkek bakıyor, kimi kendine güvenli, kimisi güzel, alımlı kimisi çirkin… Sonra satıcı ve alıcıları inceledim nedense onları da büyükbaş hayvanlara benzettim. Kimi şişman, kimi zayıf, kimini ince boyunlu, kiminin boyun boğaz dönmüyor, kimi hızlı yürüyor, kimi yavaş, kimi ürkek bakıyor, kimi kendine güvenli emin adımlarla yürüyor… Etrafta dolaşırken benim inek boylarında olanlara ne istediklerini sorup kaça satacağım hakkında bilgi topladım. Kafamda bir fiyat belirleyip müşterileri karşılamaya hazırlandım. Müşteriler geliyorlar fiyatını soran gidiyor. Pazarlığa girişen yok. Öğleye doğru; bin bir müşkülatla köyden getirdiğim ineği aynı sıkıntıyla köye götürmek canımı sıkmaya başlıyor. Ruh halim böyleyken karşıdan babayiğit, pazarın sahibiymiş gibi yürüyen, uzun paltosu ile daha da heybetli görünen bir adam; “Vay! Babam vay! Şu gence bak, şu inağa bak. İnek diyo ben bazarın en gozeliyim, saabı diyor bu bazarın en babayiğidi, en yahışıklısıyım. Maşallah sana da inaane de delaannı. Ben sizin gibisini ilk kez görüyom” derken ben arkama bakıyorum ‘bu adam kime diyor’ diye. Yanıma gelip elimi tutunca anlıyorum ki bana demiş. Gururum okşanıyor. “Ne istiyon bu sarı inaa yiyenim?”“Dokuz yüz lira istiyorum” diyorum, şiddetle sarsılan kolumu kurtarmak için uğraşırken. Adam benden güçlü elimi kurtaramıyorum. Kontrol adamda ve ben kolumla birlikte gövdemin sarsıntıları arasında adama cevap yetiştirmeye çalışıyorum.” Hele bi beş yüz di bağayım” diyor. Ben: “elimi bırak dayı öyle konuşalım” diyorum O: “ bazarlık didiğin böyle olur yiyenim. Altı yüz gayme viriyim.” Ben: “olmaz!” diye bağırırken diğer elimi de yardıma getirip elimi kurtarmanın derdindeyim. Başaramıyorum. Ben kurtarmak için çabaladıkça adam elimi daha çok sıkıyor. Utanmasam bağıracağım, feryat edeceğim ama adam baştan bana “babayiğit” dedi ya; erkekliğe çamur sürmek istemiyor, acıyı çekiyorum çaresiz. Adam kolumu sallarken ne olduysa ben yedi yüz teklifine : “Tamam tamam! Al hayrını gör” diyor, elimi adamdan kurtarıyorum. Etrafımda hızla dönen dünya yavaşlıyor, parayı adam elime sayarken dünya eski hızına geliyor, sonra her şey normale dönüyor. ‘İneği ucuza sattım ama canımı da kurtardım’ diye düşünerek sebze pazarına doğru yürüyorum.Sebzeleri aldım. Bir kahvede oturup çay içmeye giderken köprünün orada (Şimdiki Ziraat Bankası’nın önlerinde)bir grup insan ve ortalarında benim sarı ineği görüyorum. Son bir kez daha görmek isteğiyle ayaklarım beni kalabalığın yanına götürüyor. Aynı adam birinin elini tutmuş, bana yaptığı gibi sallayarak bağırıyor:” bu inek daal, camız camız! Şunun gozelliğine bak. Ben sağa camız viriyom arhadaş! Sen üç guruşun hesabını yapıyon gardaşım!” Alıcı da benim gibi acılar içinde olduğu yüzünden belli haldeyken; “dokuz yüz elli veriyorum.” deyince adam benim ineği gözümün önünde iki yüz elli lira karla satıyor. Bir hafta yem verip emek harcasa bu parayı kazansa zoruma gitmeyecek. Yine boğazıma yumruk gibi bir düğüm gelip yerleşiyor.Herkes der ki;” ticarette iyi para var. Zengin olmak istiyorsan ticarete atılacaksın” peki ben her satıştan sonra boğazıma dizilen yumruk zinciriyle nasıl yaşayacağım?..O iki nahoş ticaret denemesinden sonra çiftçiliğin zorluğunu da yaparak yaşayarak öğrendiğimden okuyup memur olmam gerektiğine karar verdim. Ticaret bana göre değildi. Öyle de oldu. Kısa yoldan hayata atılıp “azıcık aşım, ağrısız başım” sözünü beğenerek yaşamaya devam ettim. Alış verişlerde yediğim kazıklar da canımı acıtıyor zaman zaman ama, sürekli gelen maaş o yaraların üzerine kabuk bağlattığından unutması kolay oluyor. Ticarete girseydim bu yazı belki iki sayfa değil, beş yüz sayfalık bir roman olurdu.
EtiketlerManşet
Ayrıca bakın
YUNANİSTAN GEZİM-3
Kavala’da arabamla bir tur attım. Tarihi kentin dar ve güzel sokaklarında dolaşmaya başladım. Buradaki insanların …