Anasayfa / Köşe Yazarları / GRAMOFONDAN CEP TELEFONUNA
(1) Yazı Dizisi

GRAMOFONDAN CEP TELEFONUNA
(1) Yazı Dizisi

1940’lı yıllarda tüm Türkiye, tahta kasalı, bataryalı radyoların başında akşam ajansını dinlerdi. Sadece zenginlerin evinde olan bataryalı radyolar, hoparlörlerin geldiği bölüm delik delik, istasyon arama düğmeleri plastikten, evde saygı gören, üzerine titrenen başköşedeki tek eşya idi. İkinci sırada Singer dikiş makinesi gelirdi. Başka da saygı duyulacak hiçbir eşya yoktu evlerde. Bundan iyisi daha anasından pardon bilim insanlarından doğmamıştı. Ona özel masası üzerinde( evde olan tek tahta masa majestelerine tahsis edilir yemekler sofra tahtasında yenirdi.), üzerine örtülen üçgen şeklinde aşağı sarkan işlengili örtüsü ile akşama ajansları vermesi için hane ve çevredeki sakinlerini beklerdi.
Sadece jandarma ve PTT’lerde olan, yeşil renkli ağaç direklere gerili tellerle çalışan telefonlar yine zenginlerin evlerinde elde örülmüş desenli örtülerin altında görüşme yapılacak makamların zillerini çaldırmak için beklemeye başladı. Yaygın olmadığından komşu, eş, dostla görüşülemezdi. Zira kimsenin evinde telefon yoktu. Şehirde biriyle, devlet dairesinden biriyle görüşmek isteyen postaneye gider, memura verdiği numaranın bağlanmasını beklerdi, “Adana aradan çık!” sözlerinden sonra telefon bağlanır, konuşan; hışırtılar arasında sesinin karşıdan duyulması için olanca gücüyle bağırarak konuşur, kısa konuşmanın ardından kan ter içinde kalırdı. Ödediği dünya kadar paranın ardından teri bir hafta kurumazdı.
Bazı zengin evlerde gramofon vardı. El ile kurulan zemberekle çalışan gramofonlar, bakırdan yapılmış cami hoparlörü olan bir araçtı. Taş plaklardan çıkan şarkıların sesini etrafa hoparlöründen yayardı. Birkaç tane olan plaklar dinlene dinlene bezilirdi. Radyo öylemiydi? Sürekli değişen programlarıyla insanı bağlayan bir araçtı.
Avrupa menşeli (Filips, Gurindik…) plastik kaplamalı, kulplu radyolar beyaz eşya dükkanlarının raflarını süslemeye başladı. Gariban köylü, dar gelirli memur, işçi vatandaşlar taksitle, çiftçiler harman zamanı ödeme vaadiyle radyo almak için; kendilerini güler yüzle karşılayan, önemsiz hisseden garibana önemli biriymiş hissi veren mağazaya gider, aldığı gıcır radyosunu bağrına basar evinde alırdı soluğu. Hele güzel sözlerin ardından bir de çay söylemişse mağazacı, onun mutluluğu ile önüne gelene anlatırdı kendisine yapılan muameleyi , “ bakın ben koca mağazacı Ali’yle sohbet etmiş adamım yaa!”diye anlatırdı. İşlemeli örtü hoyratça bataryalı radyo üzerinde sıyrılıp yeni radyo üzerine serilirdi. Her ne kadar büyük gelse de örtüsüz radyo mu olurdu hiç?
Eve radyo alındığı etraftakilere duyurulmadan bir süre sesi az açılarak dinlenirdi. Bataryalı radyo sahiplerinin çektiklerinden ders alınacak, onların durumuna düşülmeyecek, eve kalabalıklar doldurulmayacaktı. Radyo bu durur mu ses çıkarır. Gizlemek zordur. Hele bir de,” Baak! Bizim de radyomuz var!” havası atmak ihtiyacı da olunca akşam ajanslarında onların evinde biriken kalabalık bataryalı evleri de geçerdi. “Ula arkadaş, dişimden tırnağımdan artırıp radyo aldım sefasını bedavadan konu komşu sürüyor. Senetleri ödemekte de zorlanacağım. Acaba almasa mıydım? Hele de istasyonu ayarlamak için düğmelerini karıştırmıyorlar mı fitil oluyorum. Bozacaklar makineyi!”düşünceleri içindeki radyo sahibinin bir derdi daha olurdu. “Ula şu radyoyu horantamla bir gün dinlemek nasip olmayacak mı?…”
Radyo yaygınlaşmış her eve girmiştir artık. Pil satışlarının artmasının yanı sıra radyo tamircileri de yaygınlaşmaya başlamıştır. Sosyalleşmede azalma olur. Evin gençleri sapından tuttukları radyoları tarlaya, bağa bahçeye bile götürmeye başlarlar. Ne güzel bir şey şu radyo! Hele de bağ belleyip çapa yaparken yurttan sesler korosundan türkü dinlemeye doyum olmuyor…
İyice küçülen antenli radyolar çıkmıştır. Uzatılan antenleri ile kısa dalgadan iyi çekmeyen Polis Radyosu, Meteoroloji Radyosu dinlenirdi. Gelen hışırtılar örs çekiç üzengi kemiklerinde süzdürülerek dinlenmeye çalışılırdı. Hele naklen verilen maçları dinlemeye doyum olmaz; resimlerini oyun kartlarında gördükleri futbolcular gol atınca hayalindeki resimler gözünde canlanır, golü attığı anı canlı izliyormuş gibi olurlardı futbol severler. Spiker “goool!” diye bağırınca kucağında olan kıymetli radyoyu incitmeden yere bırakan sevinme adayı ayağa kalkar birkaç saniye gecikmeyle sevinir, sağa sola tekme atar”gool!” “gool!” diye ağaçlara doğru bağırır, tekrar dikkatle kucağına aldığı radyodan maçı dinlemeye devam ederdi.
Radyodan sonra pille çalışan (O yıllarda iller dışında hiçbir yerde elektrik yoktu. İşin kötüsü gelme olasılığı da ufukta gözükmüyordu.) pikap icat edildi. Pikaplar çeşit çeşitti. Benim favorim, Ceymis Bond çanta şeklinde kapağındaki gözlerde; plak, yedek iğne, plak silme süngeri koyma cepleri vardı. Pikap alınıp bağlara bahçelere götürülür, türkü şarkı dinlerken -Mozart dinletilen ineklerde süt verimin artması gibi- bağ belleme, çapa yapma verimi artırırdı. Hele de pikaptan, Edip Akbayram’dan “ İnce ince bir kar yağar fakirlerin başına” türküsü çalıyorsa sen bak o bağ bellenip dakikada bitmiyor muydu?..
Köylere, kasabalara yazın Almancılar gelir, yanlarında getirdikleri yeni icat edilmiş kasetçalarları boyunlarına asar, sesini sonuna kadar açarak, -kırmızı telekli kendilerine hiç de yakışmayan- beyaz fötr şapkaları ile köyü, kasabayı dört dolanarak doymamış güdülerini doyurmanın hazzını yaşarlardı da, yeni yeni doymamış güdü tohumları ekerlerdi her yöreye.
Ellerindeki kağıtlara yazılmış destanları ağlar gibi seslerle söyleyen destancılar da zamana uymuş; boyunlarına astıkları kasetçalarlardan destanı acıklı acıklı söyletir, kendi gırtlaklarını yormazlardı. Ahmet.kocak16@hotmail.com

Hakkında Mustafa TEK

Ayrıca bakın

ÖYKÜ TAMAMLAMA (Battal Nurlu)

Değerli Sarıkaya Lisesi Arkadaşları (Facebook’ta yönettiğim grup) sakinleri, Yarı açık avuç içi gibi bir çukurda …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.