İlkokul üç veya dörtte okuyordum. Bir hafta sonu köyün bağlar tarafındaki dik tepeye kızak kaymaya gittim akranlarımla. Tepe oldukça dik ve zirvesine çıkmak en az on beş dakika sürüyordu. Yaklaşık iki yüz metre yükseklikteydi tepe. O yıllarda ilkokulda okuyan hemen tüm çocuklar vardı. Bizden önce kayanlar, kaya kaya buzdan bir yol oluşturmuşlar sağ olsunlar. Benim ayağımda tabanı oldukça derin kirtişleri olan botlar vardı. Tepedeki kayak yolu ne kadar buz olsa da ayakkabılarım zeminde kayıp süzülerek aşağı kaymama izin vermiyordu. O zamanlarda poşet, naylon, naylon leğen vb. şeyler yaygın olmadığından, evde çok işe yarayan, pahalı olan leğenleri de annelerimiz kaymak için katiyen vermediklerinden ayakkabılarımızla kaymak zorundaydık. İlkokul üç veya dörtte okuyordum. Bir hafta sonu köyün bağlar tarafındaki dik tepeye kızak kaymaya gittim akranlarımla. Tepe oldukça dik ve zirvesine çıkmak en az on beş dakika sürüyordu. Yaklaşık iki yüz metre yükseklikteydi tepe. O yıllarda ilkokulda okuyan hemen tüm çocuklar vardı. Bizden önce kayanlar, kaya kaya buzdan bir yol oluşturmuşlar sağ olsunlar. Benim ayağımda tabanı oldukça derin kirtişleri olan botlar vardı. Tepedeki kayak yolu ne kadar buz olsa da ayakkabılarım zeminde kayıp süzülerek aşağı kaymama izin vermiyordu. O zamanlarda poşet, naylon, naylon leğen vb. şeyler yaygın olmadığından, evde çok işe yarayan, pahalı olan leğenleri de annelerimiz kaymak için katiyen vermediklerinden ayakkabılarımızla kaymak zorundaydık. Bazı ilgili aileler çocuklarına oturarak kayılan kızaklar yapmışlardı. Kızağı olan çocukların havalarından yanlarına varılmaz, benden kızağımı isterler diye suratlarını asarak kayarlar, isteyen olursa da kesin reddederlerdi. Bazen bilye, artist kartı, ceviz, bisküvi arasına sıkıştırılmış bisküvi veya para vaadi ile bindirenler de olmuyor değildi. Yirmi metre rüya gibi kayıp süzülüyor, bir yere takılıp tepe takla yuvarlanıyordum. Tekrar ayağa kalkıp kaymaya çalışıyordum. Kimi çocuklar lastik ayakkabılarının tabanını taşa süre süre dümdüz etmişlerdi. Yukarıdan bir başlıyor, hiç düşmeden gittikçe hızlana hızlana aşağıya kadar kayıyorlardı. Kimileri de yeni alınmış, gıcır gıcır lastik ayakkabılarının tabanını -anne babaları görmeden- kızgın sobanın üzerinde eriterek kirtişlerini yok ediyor, onlarla kayıyorlardı. Ne kadar yalvarsak da ayakkabı değişmeye razı olmuyorlardı. Tabandan zirveye on beş dakikada soluk soluğa çıkıyor, aşağı otuz saniyede iniyorduk. Yani otuz saniyelik zevk için on beş dakika eziyet çekiyorduk. Çocukları izledim. Pantolon paçaları buzdan çakıldaklar tutmuş, çakşırlı kuşlara dönmüş paçalarla yürürken ve koşarken çıngıraklı yılan gibi sesler çıkarıyorlardı. Tam bir düzen tutturmuş kaymaktan zevk almaya başlamışken arkadan hızla, kontrolsüz gelen biri alttan vurunca tepe taklak yere düşüyor, tırnaklarımızla yere tutunmaya çalışarak zor durabiliyorduk. Hele de kızakla hızla gelen biri alttan hızla vurunca makatımızın üzerine hızla yere düşer, makatımızın kırılan çanağının acısı ile kıvrana kıvrana pantolonumuzun üzerinde bir süre kaymaya devam ederdik, bizi düşürenin kim olduğuna bakmadan ayağa kalkıp tekrar kaymaya çalışırdık. Baktım pantolonum ayakkabılarımdan daha iyi kayıyor artık oturarak pantolonumun üzerinde kaymaya başladım. Herkesin dudağı, burnu, elleri soğuktan morarmış, terli kafalardan havaya doğru çıkan buharlar, nefesle çıkan buharlara karışıyordu. O kadar üşümemize rağmen kimsenin şikayeti yoktu. Ha bire tepeye tırmanma ve aşağıya kayarak inmeye konsantre olmuş çocukların insanüstü gayretleri izleyeni hayretler içinde bırakırdı. Öğretmenlerimiz bizim bu gayretlerimizi görse;” keratalar, buradaki gayretinizin onda birini derslerinize göstermezsiniz.” diye düşünürlerdi. Çok üşüsek, kaymaktan bıksak da uzakta olan tepeden köye tek başımıza gitmeyi göze alamadığımızdan yanımıza arkadaş ayarlamaya çalışırdık. Köye birlikte gitmeyi düşündüğümüz arkadaşlarımız tatmin olana kadar it gibi titreyerek beklemekten başka çaremiz yoktu.Her şeyde olduğu gibi artık yorgunluk ve soğuk bizi yavaş yavaş sıcak bir ortama gitmeye zorlardı. Köye dönecek arkadaş bulup, içi sudan ‘ vırç vırç’ diye sesler çıkaran botların, lastik ayakkabıların çıkardığı ritmik sesler ve vücut ısısıyla sürekli buhar çıkaran ıslak pantolonlarımızla hızla eve gelirdik. Soyunup kızgın sobanın yanına gelmek sıkıntılarımızı azaltmaz, çoğaltırdı. Çoğunlukla yedeği olmayan giysiler çıkarılıp sobanın borusuna monte edilmiş kurutma tellerine asılarak kurumayı beklerken pijamalarımızı giyer; donmuş el ve ayaklarımız sıcakla karşılaşınca dayanılmaz sızılarla en az bize yarım saat işkence çektirirlerdi. El ve ayaklarımızdaki sızılar geçince biraz rahatlardık. Ertesi gün vücudumuz maruz kaldığı zulme dayanamayıp hastalanarak tepki verirdi. O kadar üşütmüşüz ki ayağa kalkacak halimiz yok. Ertesi gün okula gitmemek güzel de, hastalık ondan beter. Tir tir titredikçe annelerimiz ha bire üzerimize kalın yorganlar atardı. Titremelerimiz, diş takırtılarımız arasında zorlukla ağzımızdan çıkan: “Anne üşüyorum!” sözlü yalvarışlarımız sonunda annelerimiz bir yandan köz küreği ile sobaya kömür atarlardı. Ne yapsa üşümemiz, titrememiz bir türlü geçmek bilmezdi. Halbuki; çocuğun ateşi yükselmiş üzeri açılacak, alnına ve koltuk altlarına ıslak bez konulacak, yine ateşi düşmezse ılık su ile tıngır leğende ılık birkaç tas su ile banyo yaptırılacak, daha da düşmezse ateş düşürücü verilecek ki ateşi düşsün. Bütün bunlardan habersiz annelerimiz biz üşüdükçe üstümüzü örter, sobayı daha da ateşleyerek bizim yüksek ateşten havale geçirmemiz için bilinçsizce çabalar dururlardı. Doktor yok. Sadece köyde Köy Enstitüsü mezunu sıhhiyenin çantasında her zaman var olan penisilin iğnesi vurdurmadan ayağa kalkamayacağımıza kanaat getirirse anne babalarımız sıhhiyeye başvururlardı. İğneyi yiyince ancak ayağa kalkardık. Akıllanır mıydık? Hiç sanmıyorum. İyileşir iyileşmez soluğu yine o tepede alırdık.